Sevgili okuyucular, bundan önceki yazımda bende bilincim oranında 16 Nisanda yapılan Türk usulu Başkanlık Referandumu için görüşümü sizlerle paylaşmaya çalışmıştım. Yani evet ve hayır için. Sitem olsun diye söylemiyorum, ben aynı yazı ve görüşümü üçüncü bir Kürd sitesine de göndermiştim, ne yazıkki çok demokrat, hoşgörü sahibi ve her görüşe saygı ile yaklaştıklarını söyleyen dostlar, kendi sitelerinde o yazı ve görüşümü okuyucularına ulaştırma lütfunda bulunmadılar. Olsun, sağ olsunlar.
Sevgili okuyucular, bu konu üzerinde fazla konuşmak istemem. Zira 16 Nisan’dan bugüne Türkiye’de yapılan Padişahlık Referandumu için bütün dünya basını kendi gündemine almış, bütün siyaset adamları, yorumcular, Türkiye’deki siyasetçi, siyaseti yorumlayan yazarlarla birlikte bu konu için yazar, konuşur ve kafa yormaktalar. Ben ise bu kervana katılacak kapasitede olan ve kervanın önünde yürüyen adam değilim. Bunun için bu konuyu burada kesip noktalayarak başlık attığım konuyu size anlatmaya çalışacağım Yani Türk’ün Zalimliği ve iki kitaptan. Bu aynı zamanda benim anılarımdan kısa bir sayfa olacak.
Sevgili okuyucu kardeşlerim, yeni yıldan bugüne kadar 20’ye yakın kitap okudum. İşi gücü olmayan, ayrıca kendinde güç bulduğu güne kadar hep çalışan biri, kendinde gençlik ve olgunluk gücünü kaybedince ne yapar? Ya oturur korkunç ölümü bekler, yada kendine bir meşgale bulur öleceği güne kadar onunla uğraşır. Bende kendimde eski fiziki gücü kaybedince oturup kitap okur, yazı, şiir, hikâye, roman, öykü gibi şeyler yazarak, zamanımı bu şekilde geçirmeye çalışıyorum.
Yeni yıldan bugüne kadar okuduğum bu kitapların içinde, Sayın Şerafeddin Kaya abimizin “Hayatımdan Kesitler ve Diyarbekir’de İşkence” adlı iki kitabı, birde yıllar önce okuduğum -kitapsız kaldığım için- Selim Çürükkaya’nın “12 Eylül Karanlığında, Diyarbekir Şafağı” birinci cilt adlı kitabı yeniden okurken, merhum kayınbiraderim Halil ve bacanağımın mücahit astsubay oğlu 1974’te zalim Türk ordusunun nasıl Kıbrıs adasına girdiğini ve o zalimane girişte o adanın tarihi halkı olan Rum toplumuna neler yaptıklarını bana anlattıkları aklıma geldi. Yani Diyarbekir’deki işkenceci başı zalim yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran, o günlerde üsteğmen olan kişi, Türk zalimliğinin gerçeğini temsil eden sembol. Yani yirminci yüzyılın Cengizhan, Timur ve Hûlagu’su.
Sevgili okuyucular, kayınbiraderim Halil ve bacanağımın oğlunun bana anlattıklarına geçmeden önce, Sayın Şerafeddin Kaya abimizin “Hayatımda Kesitler” adlı anılarını çok değerli bulduğumu belirtmeliyim. Onun 1960 sonrası Kürd Modern Ulusal Uyanışın birer kıvılcımı sayılan 49’lar, DDKO’lar, Özgürlük Yolu, Rızgarı, Ala Rızgarı, KUK ve benzerlerini uzun-uzadıya yazıp yeni nesillere, yeni Kürd yazar ve araştırmacılara bir kaynak olarak armağan etmesi takdire şayandır. Bu konuda bir Kürd yurtseveri olarak Şerafeddin abimi kutlar, yazan el ve parmaklarını öperim. Ancak Sayın Selim
Çürükkaya’nın kitabı hakkında yorum yapmak istemem. Çünkü Sayın Selim’in o günkü gençlık heyecanını, dünyayı toz pembe görmesini, bende gençliğimde aynı duygu ve heyecanı yaşadım; benim gibi düşünmeyene “Küçük burjuvazi, işbirlikçi” dedim. Dilerim o günleri, o haletiruhiye içinde yazan Selim kardeşimiz, bugün öğle düşünmüyordur. Herhalde öyle düşünmediği için “Apo’nun Ayetleri ve Sırlar Çözülürken” kitaplarını yazamazdı. Ayrıca her biri birer filozof sayılan genç Hayri ve Mazlumlar ölmez, PKK da bugünkü gibi olamazdı. Herhalde Sayın Selim kardeşimiz o günlerde halkımız Kürd halkının meşhur bir ata sözünü ya duymamış, yada bilmiyordu. Atasözü şu: “Mirov jibo xatırê k…ê xwe, q…ê kerê maç dike”. Bunun Türkçesini yazmama gerek yok. Gönül isterdi o gencecik, filozof beyinler Apo gibi karanlık birine kendilerini kurban etmeselerdi. Apo Şam’da keyf çatarken, onlar onun emriyle gencecik ömürlerini ölüm canavarına teslim ettiler, kendilerini astılar, yaktılar, aç kalarak öldüler. Yazık, çok yazık, çok yazık.
Evet, bu konuyu burada noktalayarak, anılarımdaki kısa sayfayı açıp size okumak istiyorum. Bu kısa sayfada dünya zulmünün mimari ve temsilcisi bilinen Türk’ü ve onun vahşet ve zalimliğini uygulayan
çocuğu yüzbaşı Esad Oktay Yıldıran’ın Kıbrıs’ta Rumlara yaptığı zulmü kayın biraderim Halil ve bacanağımın oğlu astsubay’ın ağzından sizlere anlatmaya çalışacağım.
Önce Halil’i dinleyelim. “Enişte, biliyorsun, 21 Aralık 1963’te Türk, Rum savaşı başladığında buradaki teşkilat seni de çağırdı ve sende mücahit oldun, ben ise mobilya atölyemde sağ elimin üç parmağını biçkiye kaptırdım, üç parmağım üst boğumdan koptu. Biliyorsun, çok acı çektim ve işimi de kaybettim. Siz 1965’te İstanbul’a dönünce, ben her gün sinir krizi geçiriyordum. Doktorlar bana “Git deniz sahilinde bir yerde yaşa. Deniz havası sana iyi gelir” dediler, ki biliyorsun ben bir balık avcısıyım. O savaştan önce ben her hafta sonu balıklara gider, hem onları avlar ve hem de onlarla konuşurdum. Balıklar benim hem yemeğim olurdu ve hemde konuştuğum arkadaşlarım. Doktorlar bana bunu önerdiklerinde hemen Girne’de yaşayan eski iki Rum arkadaşım aklıma geldi. Çünkü yıllar önce birlikte çıraklık yaptığım iki Rum mobilyacı arkadaşım Girne’de iki ortak olarak bu işi yapıyorlardı. Biliyorsun, ben seni de bir mobilya oymacısı olarak buraya istek yapmıştım. Başka türlü gelip kız kardeşimle evlenmen biraz zor olurdu. Çünkü Kıbrısta mobilya oymacısı olmadığı için, seni mobilya oymacısı diye davet etmiştim ve sen bu şekilde gelmiştin. Uzatmayayım enişte, birgün kalkıp Girne’ye gittim. O günlerde az da olsa orada Türk aileler vardı. Ben de gidip o iki mobilyacı Rum arkadaşlarımı gördüm. Onlar beni görüp, bende durumumu onlara anlatınca ikisi bana: ”Halil gel buraya yerleş, bizimle ortak ol” dediler ve hemen bana orada bir kiralık evde buldular, bir hafta sonra ben çocuklarım ve eşim Aliye ile gelip Girne’ye yerleştim. Rum ortaklarımla kardeş gibiydik ve işlerimizde gayet iyi gidiyordu, ama savaş kokusu da zaman zaman bizi korkutuyordu. EOKA’cılar ve bizim teşkilattaki faşistler kudurmuşlardı. Bunun için Türkiye durmadan “Çıkarma yapacağız” diyordu, ama biz inanamıyorduk ve gün gelip Temmuz 1974’e dayanınca faşist Nikos Samson öncülüğünde, Makariyos yönetimine karşı bir darbe girişimi oldu, Makariyos kaçtı, yüzlerce Rum öldürüldü. Bunu fırsat bilen Türkiye, ki o günlerde Türkiye Başbakanı Bülent Ecevit idi ve meclis kararıyla Mersin ve İskenderun’da Kıbrıs için bekletilen Türk askerleri Türk donanması ile Akdeniz’den, Türk savaş uçakları da havadan Girne ve Beş Parmak dağındaki Rum mevzilerinin üzerine bomba yağdırmaya başladı. Bereket ben bir hafta evvel, hanımı ve çocukları Gılavya köyündeki kayınpederime yollamıştım. -Gılavya köyü Larnakaya bağlı bir köy idi-
Evet enişte, uzatmıyayım, Girne kenti denizden top ateşine tutulunca ben iki ortağımla atölyenin zemin katına indik. Onlar dışarı çıkıp eve gidemiyorlardı. Bu nedenle zeminin karanlığında uzanıp top ve bomba seslerini, arasıra da askerlerin Türkçe konuşmalarını ve Allah-Allah seslerini duyuyorduk. Biliyorsun o askerler içinde senin de Haydar ismindeki küçük kardeşin varmış. Şanşlıymış, öldürülmemiş; şimdi herhalde ona “Gazi” derler değil mi?.
Hiç unutmam enişte, saat gece yarısına gelmiş, biz üçümüz zeminde korku içinde uzanmış kendi geleceğimiz hakkında birşeyler söylüyorduk. Artık top, tüfek ve askerlerin seside gelmiyordu. Tam böylesi bir zaman diliminde iki ortağım Yorgo ve Yanni bana “Halil, ses-seda kesilmiş, biz şansımızı deneyeceğiz; eve gidip, çoluk-çocuğumuzu alıp Limasol ve ya Lefkoşa Rum kesimine gitmeye çalışacağız” deyip ikisi ayrı-ayrı beni öpüp vedalaşarak dışarı çıktılar. Çıkışlarından on dakika sonra zemin katın kapısı çalındı, doğrusu ödüm koptu, çok korktum. Tam böylesi bir anda “Halil kapıyı aç ben Yorgo” dedi. Ben kapıyı açtım, o içeri girince: “Niçin geri geldin Yorgo, hani Yanni” dediğimde Yorgo: “Halil Yanni’yı yolda bırakarak geri sana döndüm. Çünkü ben unutmuştum sana para vermeyi. Cebimde on Kıbrıs lirası var, al beşi senin, beşi de benim. Hadi Halil hakkını helal et” dedi ve gitti. Ben o geceyi zemin katta, karanlık içinde hiç uyumadan sabahladım. Güneşin doğuşuyla beyaz atletimi çıkarıp elime alarak direk dışarı çıkarken, var gücümle “Beni vurmayın, ben Türk’üm, ben Türk’üm” deyip bağırmaya başlayınca bir Subay ve bir kaç asker beni aralarına alarak, adımı, soyadımı, kim, olduğumu sordular, bende gereken cevabı verip, onlarda ikna olunca, birden Subay bana: “Sen Rumca biliyor musun?” diye sorduğunda, ben: “Evet efendim biliyorum” dedim. Ben “Biliyorum” deyince, Subay: “Güzel, gel benimle seni bir yere götüreyim” dedi, o önde, ben ve askerler de arkadan yürüyerek bir evin bahçesine girdiğimde, ne göreyim enişte, iki ortağım Yorgo ve Yanni, diğer dokuz Rumla birlikte zincirle bağlanmış, boynu bükük ayakta duruyorlar. Ben onları o halde görünce dünyam yıkıldı, ne diyeceğimi, ne yapacağımı şaşırdım. Ben tam böylesine hüzün verici bir ruh halindeyken, birden o Subay, -rütbesi üsteğmen idi- bir askerin tomson silahını alarak bana verdi ve sert bir şekilde “Bu Gavur Kefereleri biçerek geberteceksin” deyince, ben silahı yere bırakarak “Hayır efendim ben adam öldürmem, bu adamların günahı ne ki ben bunları öldüreyim. Ayrıca bunlardan ikisi arkadaşım, iş ortağım” dediğimde, Subay yine sert bir şekilde “Ulan sana diyor ve emrediyorum; eşek oğlu eşek, sende Türk kanı yok mu?” deyince, ben hemen koşup 11 Rum esirin sırasına girerek: “Ben adam öldürmem, istersen beni de bunlarla birlikte öldürebilirsiniz” dediğimde, Subay bana yetişerek iğrenç küfürlerle kolumdan tutup beni tokatladıktan sonra, askerin elindeki otomatik tomsunu alarak gözümün önünde o 11 Rum’u biçerek öldürdü. Sadist adam bununla da yetinmedi, kolumdan tutarak “Gel benimle ulan it oğlu it, kansız piç” deyip beni başka bir eve götürdü. Oraya gittiğimizde esir alınmış bir üniformalı Yunanlı Subay’ı yanıma getirerek, bana: “Bu Gavur Kefereye sor, biz bunu serbest bırakırsak, bir daha karşımıza çıkıp bizimle savaşacak mı?” dedi, bende onun dediklerini Rumca Yunanlı Subay’a aktarınca, Yunanlı Subay: “Beni bin sefer esir alıp bıraksalar, her seferinde gelip karşılarına çıkıp savaşacağım” dedi, ben de onun dediklerini üsteğmen’e anlatınca üsteğmen belindeki kılıcı kınından çekerek -savaşlarda Türk Subaylar kılıç takarlar- var gücüyle Yunanlı Subay’nın boynuna vurmayla enişte Yunanlı Subay’nın başı futbol topu gibi yere düşerek yuvarlandı, gövdesi bir salıncak gibi sallanıp yere düşünce, inan dünyam yıkıldı sandım; o an inanmadığım Tanrı’dan ruhumu almasını istedim, ama ne Tanrı gördüm ve ne de başka bir güç” deyip gözyaşı döktü. Evet, hümanist kayın biraderim bunları gözyaşları arasında bana ve kızkardeşi eşim Refah’a anlatmıştı. Halil o günden sonra her gün hem o vahşiyane anı yaşadı, kendi insanlığından utandı, sinirleri bozuldu, güçlü zekâ sahibi Halil, felç geçirdi, zekâsını yarı-yarıya kaybetti ve iki yıl yatalak kaldıktan sonra öldü. Şimdi mezarı Girne kentindedir. Onu saygıyla anar, “Toprağı bol olsun” diyorum. O asıl kendi dedelerinin soy kütüklerini öğenmiş, bana 1976’yı 77ye bağlayan Yılbaşı kutlama gecesinde anlatmıştı. Eşim ve çocuklarımla onları görmeye gittiğim o yıl.
İkinci olay. Bacanağımın oğlu Ahmet anlatıyor:
“Enişte savaş başlamadan önce ben mücahit astsubay idim. Vazife yerim burası, yani köyüm Balikitre -Şimdi Balikesir olmuş- idi. Savaş başlayınca Rumların bir kısmı kaçmayı başardı ve büyük kısmı
öldürüldü. Biz köyde 80 kadın ve çocukları esir aldık. Zaten hepisini tanıyordum, komşu idik. Aramızda hiç bir zaman kavga da olmamıştı. Esirlere ben bakıyordum. Hergün çocuklara süt, anne ve diğerlerine
yemek veriyordum. Hatta bazı komşu esir Rum kadınlar, bana ev anahtarını vererek “Ahmet git bizim evin kapısını aç bize şunu, bunu getir” dediklerinde, gider onların istediklerini getirirdim. Savaş bitip, bugünkü Kuzey Kıbrıs’ın birbütünü işgal edilip Atilla hat da oluşunca, birgün bir binbaşı geldi benden o 80 kadın ve çocukları aldı, götürüp bir başka Subay’a teslim edince, o Subay’da, o 80 kadın ve çocukların hepisini otomatik silah ile tarıyarak öldürdü. Bilseydim öldüreceklerini mani olmaya çalışırdım, ama mani olamamıştım” diyen bacanağımın oğlu Ahmet, benim kitap ve anılarımı yazdığımı öğrenince, bir başka zaman Kıbrıs’a gittiğimde o olayı inkâr etmeye başladı. Oysa onun gözleri önünde, telkin sonucu faşist ve canavarlaştırılan bir Türk genci, 7 yaşındaki Rum kızının ırzına geçerek öldürmüştü.
Evet bu vahşet ve zalimliğin piri ve üstadı daha sonra, yani 12 Eylül, 1980 cunta darbesinde yüzbaşı rütbesiyle Diyarbekir zından kumandanı olan Esad Oktay Yıldıran’dı. Türk vahşet zulmünün sembolu olan Yıldıran’ı canı-cehenneme gönderen yiğit Kürd oğlunu sevgiyle anarken, Sayın Şerafeddin Kaya’nın “Diyarbekir’de İşkence” adlı kitabında Esad Oktay Yıldıran’ın kendisini tutsak Kürdlere nasıl tanıttığı bölümüyle yazıya son vermek istiyorum.
Birlikte okuyalım:
“Siz Apocu’sunuz, belki de değilsiniz, ama onlara yardım ettiniz, ben, babam da olsa acımam. Milletvekilli, bakan, general tanımam. Bu cezaevinin kapısından giren artık benim ellerimdedir. Yukarıda Allah, burada ben varım. Adamı döverim, söverim, asarım, öldürürüm de. Bana bu görevi Kenan Evren paşam verdi. Onlar beni yetkilendirdi. Kıbrıs’ta beraber çalıştık. Orada Rumlar’ı astım, kestim, elimi karılarının a…. soktum. Bana git Diyarbekir’deki bölücüleri terbiye et dediler. Yetki verdiler. Ben edebiyattan anlamam, ben dayaktan anlarım. Benim koyduğum kurallara uymayan ceza görür ve ben affetmem. Kimseden de korkmam. Diyarbekir’de silahsız geziyorum. Yüzbaşı işkence yapıyor diyorlar, doğrudur, işkence yapıyorum. Türklük için yapıyorum. Bunu komutan da biliyor. Savcılar, yargıçlar da biliyor. Buraya giren adamın ölünceye kadar tahliye olmasını istemem. Tahliye kararı verecek savcıyı da, hâkimi de s…. Neler döndüğünü biliyoruz. Bunu bilesiniz ki ben yaptıklarımla Türklüğün şerefini koruyorum”.
Evet, Türklüğün şerefi. Evet canavarlaşmak, vahşileşmek nedense hep bu halkın gerçek adı olmuş. Bu vasıflarla övünen insana insan demek mümkün değil, ama Türk bununla övünen insandır. Yazık, çok yazık. Çünkü benim insan sıfatımı taşıyor bu canavar topluluk. Bu şerefi geçen yıl Sur’da, Cizre, Silopi, İdil, Nusaybin, Yüksekova ve diğer bir çok Kürd bölge, köy ve kasabasında gördük. Bu şerefle övünen kişi ve topluluğa “Bu şeref onlara armağan olsun” diyorum.
Not: Sayın okuyucular önümüzdeki Mayıs ayında, eğer bir hastalık ve ölüm gibi bir olay olmazsa, eşimle birlikte üç aylığına ülkemiz Kürdistan’a gitmek istiyoruz. İlk durağımız Hewlêr olacak; ondan sonra köyüm, Dersim ve diğer yerlerden sonra tekrar Sydney’e gelip ölüm günümüzü bekliyeceğiz. Yani bu gezi, bizim son gezimiz olacak. Öldüğümde de cesedim yakılacak, külüm doğduğum köyüm Kûpık’a gidecek.
Eşimin kararı ona ait.
Dünyanın en güzel günleri siz okuyucularımın olsun.
Hoşça kalın, sevgili kardeşlerim.