Değerli okuyucular, bazı konuları tekrar tekrar yazdığım için, sizi sıktığımı biliyorum. Devşirme Türk aydınlarının tekrarlayan yalanlarına da cevap vermek mecburiyetindeyim. 30 Ağustos’ta yine yalanın destesi beş paraya düştü, yut yutabilirsen. Ben doğruları yazmaya çalışacağım, onların yalanlarıyla siz karşılaştırın, siz karar verin.
Osmanlı Türkmen değil, Afgan kökenlidir. Osmanlı arşivleri orada, arşivde bir tek Türkçe belge bulamazsın. Osmanlıya Türk demek, Osmanlıya göre ona yapılacak en büyük hakarettir. Osmanlı için Türk; “Etrâk-ı be idrak” yani izansız marifetsiz toplum. Osmanlı Sarayında bir tek Türk hizmetçi bile olmadı. Bütün askerleri ve hizmetçileri Avrupalı Hristiyan çocuklardan oluşuyordu. Bunlara evlenmek yasaktı, paşalar bile ancak Saray kızlarıyla evlenebilirdi. İğdiş edilmiş Afrikalılar tarafından korunan Padişahın Haremi o ölünce, yerine geçen oğluna veya kardeşine miras kalırdı. Hiçbir Padişahın kendisi ölünce Haremi dağıtılıp yeni bir Harem oluşturulmamıştır. Padişah canı sıkıldığı zaman, çocuklarını ve kardeşlerini, gözü önünde paşalarına öldürtürdü. Ayrıca 1639 Kasrı Şirin antlaşmasıyla belirlenmiş, sınırların dışında, hiç kimse burası Osmanlı sınırıdır diyemez. Paşalar darbe yaptı yönetimi ele geçirdi, padişahı da ihanetle suçladılar. Bu sarayın padişah ve paşalarından medet umanlar, bunlar için yalan söyleyenler, işiniz rast gelsin.
28 Temmuz 1914 tarihinde Almanya Müttefiklere karşı Birinci Dünya Savaşını başlattı. Osmanlılar 11 Kasım 1914 tarihinde Cihat ilan ederek, Alman Cephesinde savaşa katıldı. Osmanlı 30 Ekim 1918 tarihinde koşulsuz ateşkes ilan etti ve Müttefiklerle 25 maddelik, Mondros Ateşkes Antlaşması imzaladı. Antlaşmaya göre Osmanlı diye bir devlet yoktur, ordusu dağıtıldı, birileri ordu müfettişi olarak görevlendirilemezdi, silah depoları İngiliz ve Fransızlara teslim edildi. İşgal edilmemiş yerleri yani Misakı Milli alanlarını yönetmek üzere, İngiliz General Harington görevlendirildi. Harington 13 Kasım 1918 tarihinde İstanbul’a geldi görevine başladı. Bazı Şehirlere İngiliz, İtalyan ve Fransız subayları da yönetici atadı. Cephede sıkışan Osmanlı Paşaları, cepheyi terk edip kaçıp İstanbul’a geliyorlardı. Padişah; cephe kaçkını Paşalardan yakaladığını Yedi Kule Zindanlarına dolduruyordu. Harington İstanbul’a geldiğinde, Yedi Kule Zindanları Paşa doluydu, bunları kendi elleriyle Ankara’ya gönderdi.
Efendim İstanbul bir kere değil, iki kere işgal edilmiş. İstanbul iki kere işgal edilirken, paşalar neredeydi? Nerede olacak Ankara’da oturmuş, kafa çekiyorlardı. Birincisi işgal 13 Kasım 1918, ikincisi 16 Mart 1920. İşgalci düşman askerlerinin sayısı, 100 bine yaklaşmış. 1913 tarihinde İstanbul’un nüfusu 855 bindi. Bu kadar nüfusu olan Osmanlı’nın Başkenti, 100 bin kişilik düşman ordusu tarafından işgal ediliyor, bir evin camı bile kırılmıyor. Ölü yaralı sayısını söyleyen yok. 6 Ekim 1923 tarihinde, Şükrü Naili Paşa komutasında, paşalar ordusu saldırıya geçiyor, işgali 4 yıl 10 ay 23 gün süren İstanbul’u düşmandan kurtarıyor. Efendiler; Osmanlı diye bir devlet yok ve bir tek askeri yoktur, silahları depolara kilitlenmiş anahtar İngiliz ve Fransız subayların elinde. Tepeden tırnağa silahlı, 100 bin kişilik düşman ordusunu nasıl yendiniz? Bir evin camı bile kırılmadan, onlar İstanbul’u size bırakıp kaçtı gittiler mi? Yoksa İstanbul iki sefer işgal edilirken, bu kadar kahraman Şükrü Naili Paşa, Yedi Kule Zindanlarında mıydı? Bu kadar büyük bir yalanı uydurmak için sadece yalancı olmak yetmez, bir o kadar da uşak olması gerekiyor.
Ağustos 1921 tarihinde, Yedi Kule Zindanlarındaki Paşalar Ankara’da bir araya geldi. Cephe kaçkını Paşalar, 190 bin kişilik bir ordu ile, Sakarya’da 195 bin kişilik Yunan ordusuna saldırıyorlar. Kısa sürede götürüp İzmir’de denize döküyorlar. Yunan ordusu 1919 Tarihinde İzmir’e çıkarma yaptı, bölgeyi işgal etmeye başladı, aynı tarihlerde Ankara’da bir araya gelen kahraman Paşalar, neden daha önce Yunan ordusunu götürüp İzmir’de denize dökmediler? Kahraman Paşaların ordusu yoktu, silahları yoktu, nasıl 190 bin kişilik orduyu oluşturdular, nasıl silahlandırdılar gitti, İşgalci Yunan ordusuna saldırdılar? Neden gitti Kocatepe gibi dağ başlarında savaştılar, yerleşim yerlerinde hiçbir savaş izi yoktur. Madem bu kadar güçleri vardı, neden daha önce gidip, Başkent İstanbul’daki işgalcilere saldırmadılar? Oradaki düşman askeri sayısı da sadece 100 binmiş. Sakarya Savaşı ile ilgili anlatılanlar, sadece uydurulmuş bir film sahnesidir. Gerisi yalan.
Yunan orduları Polatlı kapılarına dayanınca, Cephe kaçkını Paşalar Ankara’dan Kayseri’ye kaçma hazırlıkları yapmaya başladılar. Yola çıktılar ama yolu şaşırmış olmalılar ki doğuya değil batıya döndüler, Kayseri yerine kendilerini Kocatepe’de buldular. Orada da Yunanlıları kovaladı İzmir’de denize döktüler, huzur içerisinde Ankara’ya döndüler ama, başkent İstanbul hala işgal altındaydı. İnsan kırk yıl düşünse, böyle bir yalan insanın aklına gelmez.
Artık; 33 yaşındaki genç Yarbay Mustafa Kemal’in Çanakkale Savaşının başkomutanı olmadığını ve o sırada Sofya Askeri Ataşesi olduğunu kabul ettiler. Ayrıca Mustafa Kemal’in Sarayın özel gemisi, Bandırma ile Samsun’a gittiğini ve yanında çok sayıda başka komutanların olduğunu da kabul ettiler. Pek yakında söyledikleri bütün yalanlarını, kabul edecekler. Yedi Kule Zindanlarındaki, Cephe kaçkını paşaların, İstanbul yöneticisi İngiliz General Harington tarafından, guruplar halinde Ankara’ya nasıl ve niçin gönderildiklerini de anlatacaklar.
Maraş, Adana, Antep ve Urfa’nın işgali. Maraş’ta süt satan İmam adında birisinin, elindeki sopa ile Fransız askerlere saldırmış, halk da galeyana gelmiş süt satan İmam efendiyi desteklemiş, böylece de Maraş’ı işgalden kurtarmışlar. Bugün hala bu dört şehrin kurtuluş günleri kutlanır. Mondros ateşkes anlaşmasına göre ve Misak-ı Milli de belirtildiği gibi, buralar zaten İngiliz ve Fransız’lara teslim edilmiş onların egemenliği altında, bunlar kendi egemenliği altındaki yerleri neden işgale kalkışsınlar ki? Fransız askerlerinin Sütçü İmam efendinin elinde sopayı görünce, arkasına bakmadan taaa Antakya’ya kadar kaçacaklarını düşünmek, biraz aptallık olmaz mı?
Lozan görüşmeleri başladığında, Osmanlıdan işgal edilmemiş Osmanlı topraklarını gösteren bir belge istediler. Fes edilmiş Meclis-i Mebussan 28 Ocak 1920 tarihinde Misak-ı Milli kararını oybirliğiyle aldı. Damat Ferit Paşa da götürdü, görüşme komisyonuna teslim etti. Lozan’da öngörülen devlet sınırları da buna göre belirlenmiştir. Buna göre güney sınırları, Lazkiye’nin hemen kuzeyinden başlar, Halep’in 40-50 km. güneyinden, El Cezire’nin güneyinden, Kerkük’ün güneyinden ve Halepçe’nin kuzeyinden Zagros Dağlarından İran sınırına kavuşur. Lozan antlaşmasına göre bu hattın kuzeyi Türkiye sınırlarına dahildir. 1926 tarihinde Mustafa Kemal’in yaptığı Ankara antlaşmasıyla, bu günkü sınırlar belirlendi, güneyde kalan kısımları da İngiliz ve Fransızlara bağışladılar. Uydurulmuş yalanla kurtuluş günleri de kutlanmaz ki.
Devşirme Paşalar, İstanbul yöneticisi İngiliz General Harington’nun da desteğiyle, Padişah ve Halife’ye karşı darbe yaptılar, Padişah’ı ve Halife’yi aileleriyle birlikte, sürgüne gönderdiler. Cephe kaçkını devşirme Paşalar Ankara’da oturdu, Adına Cumhuriyet dedikleri, kendilerine bir yönetim oluşturdular. Bunların tamamı Avrupa’dan devşirilmiş çocuklardan oluşuyordu. Anadolu’daki, toplumdan, inançlardan, kültürden ve insanların yaşam biçiminden haberleri yoktu.
Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan herkes “Türk ve Müslümandır.” Kendilerine göre bir Türklük oluşturdular ve masal gibi tarihini yazdılar. İşte tarihteki karmaşanın sebebi budur. “Kemalizm Türklerin Dinidir” anlayışı ile kendilerine İslam’a benzer bir din oluşturmaya çalıştılar. Dergahlar oluşturdular, görevi toplumu Kemalist Dine adapte etmek. Bunu topluma İslam Dini diye dayattılar. Günümüzde hala Erdoğan; Kadın Müftü atıyor, Kadın İmam atıyor, Kadın Bakan atıyor, Kadın General atıyor, Kadın Vali atıyor, Kadın Emniyet Müdürü atıyor, Kadın başına boynunu ve saçlarını kapatacak şekilde, Türkbant bağlarsa her şey için yetişiyor. Bunu yapan adam dönüp insanlara Müslüman olduğunu iddia ediyor. Paşaların bıraktığı dini miras işte böyle, bunun İslam’la ne alakası var? Paşaların yaratmaya çalıştığı, hala inatla sürdürmeye çalıştıkları, maddi ve manevi sosyal toplumun geldiği yer ortada.
Ankara’nın Bingöl’deki yüzen adalardan farkı kalmadı, isteyen istediği yöne sürükleyebiliyor.
Peki Ankara Bağdat gibi olur mu? Gidişat onu gösteriyor.
Eylül 2022