
Eğer güç sende ise, dilediğin kadar yalan söyleyebilirsin, çünkü dinleyenler inanmak mecburiyetindedir. Sadece inanmaz, göğsünü de sana siper eder. Kemalistler; yüz yıldır güç ellerinde, masal gibi tarih anlatıyorlar, dinleyenler de onlara inanıyorlar.
“Atatürk Çanakkale savaşının Başkomutanıdır”. Hayır öyle değildir, Yarbay Mustafa Kemal 13 Ekim 1913 tarihinde Sofya Askeri Ataşeliği’ne atanmıştı. Orada Hiti adındaki sevgilisi ile keyfine bakıyordu, diyemezsin.
“Gazi Mustafa Kemal”. Acaba Mustafa Kemal hangi savaşta, neresinde yaralandı da gazi oldu? Böyle bir şeyi soramazsın.
“Adalet Mülkün Temelidir” sözünün altında imza Mustafa Kemal’in imzası. Arkadaşlar bu söz Halife Ömer’e aittir, dersen dayak yersin.
“Ordular ilk hedefiniz Akdeniz ileri”. Arkadaşlar Mustafa Kemal’in bir subay olarak en iyi bildiği konu coğrafyadır, parmağını İzmir’e uzatıp, orduları Antalya’ya göndermesi mümkün değildir, dersen, „Sus ulan..!” diye sana bağırırlar ve dayak yersin. Asıl rezalet kında değil, içerisindedir.
“Yalanın binası olmaz” derler ama nasıl olmaz, yalanın binası Paşalar Cumhuriyeti’dir. 28 Temmuz 1914’de Birinci Dünya Savaşı başladı. 23 Kasım 1914’de Fetva Emini Ali Haydar Efendi, Fatih Camisi’nde toplanan asker ve sivil topluma, Sultan-Halife Mehmed Reşad’ın Cihad Fetvasını ilan etti. Hiç kimse Osmanlıya saldırmadı, Osmanlı kendisi Cihad-ı Ekber ilan etti ve Asakir-i Mansure-i Muhammedîye ordusu ile Almanların safında savaşa katıldı. Cihad ordusu ile Hristiyan ordusu yanyana, omuz omuza itilaf devletlerine karşı savaştılar. 30 Ekim 1918 tarihinde Osmanlı koşulsuz ateşkes ilan etti ve imparatorluğun anahtarını İngilizlere teslim ettiler. 11 Kasım 1918 tarihinde Almanlar da koşulsuz teslim oldu ve savaş da sona erdi.
Osmanlı koşulsuz teslim olunca, İngiliz ve Fransız Generaller Mondros’da oturup 25 maddelik bir ateşkes antlaşması hazırladılar, Osmanlı Generaller de hazırlanan o antlaşmayı imzaladılar.
Madde 5: Osmanlı Ordusu derhal fes edilecek.
Madde 6: Osmanlı harp gemileri teslim alınıp, gösterilen Osmanlı limanında, göz altında bulundurulacaklar.
Antlaşmanın 25. maddesinin toplam özetini söyleyecek olursak, artık Osmanlı diye bir devlet yoktur. Böylelikle itilaf güçleri paylaşım görüşmelerine başladılar, Osmanlı ve Alman temsilciler ise hiçbir zaman, görüşme salonuna alınmadılar, çünkü görevleri istenen evrakları temin etmekti.
Zaten tarihte hiçbir zaman Osmanlı diye bir devlet de olmadı. Osmanlılar, Afgan kökenli talancı bir guruptu. 1639 tarihinde İran ile yapılan sınır antlaşmasının dışında, hiçbir coğrafyacı, ‘Osmanlının sınırı burasıdır’ diyemez. Osmanlıya Şeriatçı demek, İslam Şeriatına saygısızlık olur. Osmanlının bir ayağı Hristiyan dünyasında, diğer ayağı İslam dünyasında. Nene Hatundan doğan Osman beyin dışında, hiçbir Osmanlı Padişahı nikahlı anadan doğmamıştır. Çünkü sarayda nikah yapmak yasaktı. Nikahsız anadan doğanlara ne derler siz bilirsiniz ama Osmanlı Padişahı da diyebilirsiniz. Bütün talancı bu güruh, Hristiyan kökenli kimsesiz çocuklardan oluşuyordu. Sarayla olan evliliklerin dışında, devşirmeler için evlenmek yasaktı. Yalnız Asakir-i Mansure-i Muhammedîye gurubunun içerisinde, 1887-88 Rusların Çeçenlere karşı yaptığı katliamda yetim kalan, bazı Çeçen çocuklar da vardı. Bunların dışında hepsi, Avrupalı Hristiyan çocuklardır.
Osmanlıda vatandaş ve vatandaşa hizmet diye bir anlayış yoktu. Vatandaş sadece sarayın istediği ganimeti (Baç) ödemekle yükümlü olanlardı. Belediyecilik diye bir çalışma yoktu, yol, su ve elektrik gibi belediye hizmetleri de yoktu. Vatandaşın sağlık ve eğitim sorunları, Sarayın umurunda değildi. Herkes eğer bulursa dilediği dilde okula, dilediği dinde ibadethaneye giderdi. Ancak Sarayın ihtiyaç duyduğu hizmetleri yerine getiren Şehir Eminleri vardı. Askeri okullar ve bunların ihtiyaç duyduğu, sağlık ve diğer sorunlarla ilgilenirlerdi. Düzenli nüfus kayıtları olmadığı gibi, askerlik mecburiyeti de yoktu. Sarayın maaşlı askeri birlikleri vardı, savaş sırasında ihtiyaç duyduklarında, vatandaşlık nizamından sorumlu olan askerler, yakaladıklarını askere gönderirlerdi.
13 Eylül 1638 tarihinde, Viyana yenilgisinden sonra, yüz yıllar boyunca Osmanlı hiçbir savaşı kazanamadı, tüm savaşlarda yenilerek, geri çekildi. Balkan savaşlarında yaşadığı yenilgiler ve kendi rızasıyla içerisine daldığı Birinci Dünya Savaşı, Osmanlının sonu oldu. Mondros ateşkes antlaşması imzalandıktan sonra, İngilizler; işgal edilmemiş Osmanlı topraklarını, yani Misak-ı Milli ile belirlenmiş bölgeyi yönetmek üzere, General Charles Harington’u İstanbul’da görevlendirdiler. Harington’un isteği üzerine, 13 Kasım 1918 tarihinde birkaç müttefik gemisi, İstanbul’a geldi. Güvenlik gerekçesiyle itilaf devletlerin, Büyük Elçilik çalışanları, gündüz işine gider, gece de gelir gemilerde yatarlardı. İstanbul teslim edildi, işgal ise kocaman bir yalan.
Birinci Dünya Savaşı boyunca, hiçbir Osmanlı Paşası cephede ölmemiştir. Sıkıştığı zaman kaçıp İstanbul’a gelmiştir. Adamlar haklıydı, çünkü uğuruna ölecekleri hiçbir şeyleri yoktu. Nereden geldikleri, annesi ve babası bile belli olmayan, Osmanlının paralı askerleriydiler. Sultan Vahdeddin’in emriyle cephe kaçkını Paşalar Yedi Kule Zindanlarına atılıyordu. Yedi Kule Zindanları Paşalarla doluydu. Zaten Mondros antlaşmasıyla, Osmanlı ordusu fes edildi, askerler terhis edildi, Paşalar da zindanda kaldı.
İttihat ve Terakki Cemiyeti Genel Kurulu, 5 Kasım 1918 tarihinde İstanbul’da toplanıp, genel kurul kararıyla kapatıldı. Cemiyetin liderleri, Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa, Alman ajanları tarafından Berlin’e götürüldü. Enver Paşa yolda kaçtı, Türkmenistan’a gitti. Yani ateşkesle birlikte, İttihat ve terakki diye bir Cemiyet kalmadı.
Paris görüşmelerinde itilaf devletleri, 1919 Mayıs başında Yunanistan’ın İzmir’e girme kararını aldı. Yunanistan’da itilaf devletlerinin aldığı bu karara uyarak, 15 Mayıs 1919 günü İzmir’e çıkarma yaptı. Zaten bu çıkarmaya karşı koyacak, Osmanlı ordusu yoktu. Mustafa Kemal Beyrut cephesinden İstanbul’a gelip, İstanbul’un yöneticisi General Charles Harington ile görüşüyor. Ondan 25 bin altın harçlık alarak, bir gurup arkadaşı ile Sarayın özel gemisi Bandırma’ya binip, Samsun’a oradan da Ankara’ya gidiyor. Acaba Mustafa Kemal ve arkadaşları neden İzmir’e Yunan’a karşı savaşa gitmedi de Samsun’a gitti? Elbette ki itilaf devletleri, öyle planlamışlardı da onun için Samsun’a gitti.
Mustafa Kemal Ankara’ya geldikten sonra, Yedikule Zindanlarındaki Paşalar guruplar halinde kara yoluyla Ankara’ya geldiler. Bunlar cezaevinden firar etmemişlerdi, General Crarles Harington onları görevlendirip, gönderiyordu. Kısa sürede bütün Osmanlı Paşaları ve bazı alt kademe subaylar, Ankara’da bir araya geldiler. Bunlardan biri de Albay Mustafa İsmet İnönü’dür.
Bunların içerisinde en ilgi çeken de Mustafa İsmet’tir. Albay Mustafa İsmet Mart 1920’de Ankara’ya geliyor. Mayıs 1920’de olmayan orduya general olmadan, Genelkurmay Başkanı oluyor. 1921’de tümgeneral, 1922’de de korgeneralliğe yükseliyor. 3 Ekim 1922’de Lozan Baş delegesi seçiliyor. Osmanlı Ordusu dağıtılmış, Ankara’daki Paşaların ordusu yok olmuş ama Mustafa İsmet hızla yükseliyor. Alın size, Kemalistlerin gururu, Mustafa İsmet İnönü “Paşa”.
13 Eylül 1921’de Yunan Orduları Polatlı’ya kadar geldi. O zamana kadar, Yunan Ordularının ne yaptığı ile ilgilenmeyen, Ankara’daki cephe kaçkını Osmanlı Paşaları, rahatsız olmaya ve Sultan Vahdettin’i ihanetle suçlamaya başladılar. Hemen Kayseri’ye taşınma hazırlıkları başlandı. Önemli eşyalar Kayseri’ye taşındı ve Kayseri Lisesi’nde bir meclis kürsüsü yaptırıldı.
Cephe kaçkını Paşalar birden coşa geliyor, Kayseri’ye kaçmaktan vaz geçiyor ve Yunan Ordusuna saldırma kararı alıyorlar. Osmanlı Ordusu fes edilmiş, ortada ordu ve nefer yok, ama Ankara’da Paşa çok. Buna rağmen bir de ne görelim, Paşalar 120 bin kişilik bir ordu ile, Yunan ordusunu önüne katmış kovalıyorlar. Sakarya Zaferi, İnönü Zaferi, Dumlupınar Zaferi ve zaferler kırıla gidiyor. Ama ilk zafer olması gereken, Polatlı Zaferi unutuluyor, çünkü Paşalar o sırada Kayseri’ye kaçmaya çalışırken, Yunan ordusunu İzmir’de denize döküyorlar ve anti Emperyalist Ulusal Bağımsızlık zaferini kutluyorlar. Acaba cephe kaçkını Osmanlı Paşaları bu zaferleri, İstanbul yöneticisi General Charles Harington’dan, habersiz mi kazandılar? 120 bin kişilik orduyu ve savaş gereçlerini nereden getirdiler? Hangi Emperyalizmi yendiler? Yoksa Kemalistler yalan mı söylüyor?
Bir taraftan savaşlar, zaferler yaşanırken, diğer taraftan İstanbul’da futbol takımları, General Charles Harington turnesi düzenliyordu. Kazanlara kupalarını verdikten sonra, Harington Albay Mustafa İsmet’i İstanbul’a çağırıp, artık görevinin sona erdiğini ve yakında İstanbul’dan ayrılacağını söylüyor. Gerçekten de dediğini yaptı, işini bitirip, İstanbul’dan ayrıldı. Yıllardır 6 Ekim günü, İstanbul’un kurtuluş günü olarak kutlanır. Alın size Kemalistlerden çuvallara sığmaz, kocaman bir yalan daha.
Hey Etrak-ı Be İdrak herifler, Osmanlı Türk değil, Afgan’dı. Harington Cumhuriyetin alt yapısını hazırladı, ondan sonra çıkıp, gitti. Cumhuriyetin bütün yöneticileri, cephe kaçkını devşirme Paşalar oldu. Cumhuriyetin kurucularının hiçbiri Müslüman, Türk değildir. Cumhuriyetin ilk nüfus sayımında, nüfusun %43,5 Gayrimüslim, geri kalan %46,5’i de Müslüman Kürtlerden oluşuyordu.
Devşirme Türkler, Devşirme Paşaların çakma yaferleri üzerine kavga etmenize gerek yoktur.
Eylül 2020
İbrahim Aksoy