
Yeni kurulan Türk devleti, kudret kılıçlarının ne denli keskin olduğunu göstermek için, bir kez daha Kürdlerin üzerinde denemek istiyordu. Bunun için en sorunlu, çıban başı olarak gördükleri yer, Ağrı, Zilan ve Pîran’dan sonra Dersim hedefe konulmuştu. Yapılan kanlı askeri müdahale sonucu bölgede on binlerce sivil insan yargısız bir şekilde katledilmişti. Her katliamda aynı gerekçeler dillendirilmekteydi. Cumhuriyet ve reform karşıtlığı veya dış güçlerin tahriki sonucu “kışkırtılan” Kürd hareketi olduğu söylenmekteydi. Bu yalan, yeni cumhuriyetin temel harcı olmuştur. Dersim bölgesine İŞİDvari bir kırım ve katliamlar gerçekleştirdi. Bu döneme tanıklık yapanların anlatımlarının kaybolmaması için yaşanan bir gerçek olayı sizinle paylaşmak istiyorum.
Moxundu nahiyesinde eski zamandan günümüze kadar devletin karakolu bulunmaktadır. Bu karakol bölgeyi denetlemek ve TC’nin asayişini sağlamak amacını gütmektedir.
Karakolların olduğu yerleşim yerlerinde devlet, kendilerine bilgi ve haber getirsinler diye bir ajan ve işbirlikçi ağı oluşturmuştu. Bu anlamda TC karakollarının olduğu yerlerde aynı zamanda ajan ve ihbarcılığın, çürümenin, ihanetin yaygınlaştığı yerler olduğu bir tesadüf değildir.
Nüfusu 2000 olan bu yerleşim yerinin yarıdan fazla sayısını askerler oluşturmaktadır.
Bugün Moxundu nahiyesi olarak bilinen, Kürdçe olan diğer tüm yerleşim yerlerinde olduğu gibi, bu yerleşim yerinin adı da değiştirilerek, Darıkent yapılmıştır.
Dersim katliamı döneminde buraya bağlı bulunan köylerde insanlar alınıp topluca bir başka yere sürülmüş veya öldürülmüşlerdi.
1937-38 Dersim katliamı tüm şiddeti ile devam ederken, devlet memuru olan ve iyi Türkçe konuşan Süleymanê Zudi (kimilerine göre de Sudi) izin alıp memleketine gelir.
Kürdçe dışında dil bilmeyen sivil halka yardımcı olmak ve onları TC’nin zulmünden koruma amacı gütmektedir. Yanında Salihê Xeşman’ın kardeşi olan Aloşê Xeşman ve Hemê Reş adında bir başka komşuları da bulunmaktadır.
Aloş, kardeşi Salih’e ‘sen okumuş birisin. Halkımız ve ailemize katkıların daha fazla olur. Kendini koruman için, dağa kaçmalısın’ telkininde bulunur. Ancak, Salih teklifi reddeder. Devlet memurluğuna ve Türkçe diline hakim olma avantajını kullanmak ister. Aksine Salih, kendisinden yaşça küçük ola Aloş’u ikna edip onun kendisini saklanması için gönderir. Bunun üzerine kırsala giden Aloş, bir gurup insanla beraber ağabeyi Salih’in de bağlanarak Mêzgir’e doğru götürüldüğüne uzaktan da olsa şahit olur.
Moxundu’ya gönderilen Baki Demirpaşa’ya bağlı bir birlik nahiyede insanları tutuklamaya başlar. Nahiye müdürü Selim Bey de devletine hizmetinde kusur etmez.
Anlaşılan her zaman olduğu gibi, yerel “kulaklardan” aldıkları istihbarat ve bilgi isabetlidir. Memur olarak izine gelen bu üç yurtsever Kürd, yerel gammazların ihbarı sonucu derdest edilirler. Nahiye müdürü Salih Bey, Ali Yıldırım veya Seyid Hüseyin Doğan adındaki işbirlikçilerden birinin azizliğine uğradıklarına kuşku duyulmamaktadır.
Nahiyede şapka devrimi sonrası kravatlı dolaşan oldukça az sayıda insan bulunmaktadır. Süleymanē Zudi (Sudi) takım elbisesiyle bunlardan biridir. Çarşıda yürürken askerler tarafından yakalanır. Bunun üzerine kendisinin de devlet ve cumhuriyet memuru olduğunu söyler. Ancak tüm dediklerini dinlemeyen ölüm timlerinin acımasızlığını gören Zudi akıbetinin diğer yakalananlardan farklı olmayacağını anlar. Elleri bağlı bir şekilde yerde sürüklenip götürülürken, ”Ben bu Cumhuriyetin, Devletin ve bu bayrağın ta…..” diye küfür eder. Öldürülmek üzere toplatılmış olan topluluktan ayrı alınıp, kazaya doğru yola çıkarılır. Dipçik darbeleri altında götürülürken, onun haykırışı, direngenliği ve korkusuz davranışı taktir toplar, bu nedenle insan avcıları da giderek kudurup saldırganlıklarını artırırlar.
Boyları kıyaslandığında minyatür Türk askerinin yanında Dersim Selvisi gibi boylu üç yiğit, elleri bağlı bir şekilde ölüme doğru yürürler. İşgalci askerlerde insaf ve insanlık duygusu olmadığı için, daha 40 yaşına ayak basmamış Süleymanê Zudi ağır bir işkence altında sendeleyerek yol alır. Askerin her darbesine karşılık, o da sesinin çıktığı kadar “kahrolsun Türk devletinin zulmü” diye bağırır…
Sanki Elazığ buğday meydanında asılanlar ile aynı kaderi paylaşacağını öngörüyormüşçasına soyadındaki Zudî de onlarla aynı kaderi paylaşır.
Bugün halen bu yörede kabadayılık yapan cesaretli insanlara, “yoksa sen Süleymanê Zudi’nin soyundan mısın?” benzetmesinin yapılması dirayetli olmanın nişanesi olarak kabul görmektedir.
Köylerden getirilen insanlar guruplar halinde biri birlerine bağlanıp ölüm hattına doğru götürülürler.
Yol boyunca fakir Kürd Alevi köylerini sindirmek amaçlı ve göz dağı verilerek, aç ve susuz bir şekilde onları yürütüyorlar.
Nihayetinde Mêzgir kazasına vardıklarında, oradaki askeri yetkililerle kısa bir görüşme yapılır. Daha sonra üçü beraber alınıp, kazanın alt kısmına ceviz ağacının altına götürülüp orada süngülendikten sonra, kurşunlanarak katledilirler. Görgü tanıklarının anlatımına göre ceviz ağacının yeşil yapraklarında onlarca kurşun deliği oluşur ve sıçrayan kanları günlerce kurumuş bir şekilde ağaçların dallarında kalır. Öldürülen bu insanların cenazeleri teşhir amaçlı olarak orada günlerce bekletilir.
Bu yem yeşil ceviz ağacının katledilen bu üç Dersim yiğidinin ölümüne ve isabet eden kurşunlara dayanamayıp bir yıl sonra kuruduğu söylenmektedir.
Bugün de Dersim toprağını ölüm kokusu ve korkusu halen terki diyar etmemiştir…
Eylül 2020
Not: Bu yazıyı Almanya’da kalan değerli arkadaşım Celal Yaşar’ın katkısı ve çocukluğumda babamın anlattıklarını birleştirerek yazdım.