Yeniden yakalanma
emrim!
TC’nin Afrin’e saldırısına ilişkin yazdıklarım ve paylaştıklarımdan dolayı hakkımda
yeniden yakalanma kararı çıkmış ve 35 sahifelik bir iddianame şahsıma
gönderilmiş bulunmaktadırlar.
Aralık 1983 yılında Şam’dan, Londra’ya sahte bir pasaport ile gelmiştim. Gümrük
kapısından sorunsuz içeri girdikten sonra, sığınma talebinde bulunacaktım. Kapıda
pasaportuma bakan görevli giriş müsaadesi vermediği gibi, aynı gün kısa bir
ifadem alındıktan sonra beni geri gönderme işlemine başlamışlardı.
Türkiye ye gönderilmem halinde, hava alanında derdest edilip işkenceye
gönderileceğim büyük bir ihtimaldi.
Her halükârda, kesinleşen cezam gereği, 8 yıl 6 ay 20 gün yattıktan sonra, 2
yıl da Trabzon şehrine sürgüne gitme kararına tabii tutulacaktım.
Bunu düşünerek iltica talebinde bulunmuştum. Benim Suriye’den gelmemi şüpheli
bulan Britanya İçişleri Bakanlığı, hakkımda gözaltında tutuma kararı
vermişlerdi.
Bunun üzerine tutuklanmak üzere, Ashford denilen hapishaneye gönderilmiştim.
Yani evdeki hesap çarşıya uymamıştı.
Böylece hava alanı girişinde beni karşılayacak olan Ferya Grant hanımefendi ile
görüşmemiz mümkün olmayacaktı.
Gittiğim bu yeni yer daha önce kaldığım Diyarbakır cezaevi ile mukayese edilmeyecek
bir konumda olacağına emindim. Adeta bir tatil kampı gibi olmalı diye düşünmekteydim.
Üzerinde güneşin batmadığı söylenen, Büyük Britanya Krallığı benim gibi bir
“vatansıza” ne kadar “yurt” olabileceğinden ziyade, beni Türk devletine iade
edip etmeyeceği, barındırıp barındırmayacağı belirsizdi. Bu bilinmezlik beni
endişelendiriyordu. Türkiye’ye gitmekten ise, Londra’da başvuru dilekçem
neticelenene kadar uzun süreli de olsa hapis kalmaya kendimi hazırlamıştım
bile..
İngiltere’ye gelen ilk bir kaç Kürd sığınmacılardan biri olduğuma emindim.
Elimize verilen yeni tek tip elbiseleri giyinmeden önce, duş almam istenmişti.
Banyonun kapısından içeri bakınca tavanda asılı bulunan sıcak su süzgeçlerinin
altında on, on beş tutuklunun çıplak bir şekilde duş almalarını son derece
yadırgayıp, ”terbiyesizce” bulmuş olmama rağmen, kural bu olsa gerek deyip
bende girip herkes gibi duşumu almıştım.
Kürdistan’daki zulümden kaçmış 23’nü yeni bitirmiş bir genç, hayat tecrübesi
az, yeteri olgunluğa erişmemiş ve birazda utangaç ve ürkek..
İngilizce dilini bilmemenin verdiği bir çekingenlik ve ülkesiz olmanın verdiği garip
bir ruh hali içindeydim.
Bu karmaşık ve iç içe duygular ile welat’dan uzak bir diyarda yeni sorunlarla yüzleşmeliydim.
Görevlilerden biri, bana çay ikramında bulunurken, ‘beyaz mı siyah çay mı
içersiniz?’ diye sorduğunda, biraz tuhafıma gitmişti. İlk defa çayın beyazının
da olduğunu öğrenmiş bulunuyordum. Bilmek ve tatmak için beyazını istemiştim.
Hapishaneye götürülürken elime verilen plastik kabın ne olabileceğini
sorduğumda, görevli bana; ‘it for tea!’ yani çay içindir diye anlamıştım.
İngiltere’de çaya süt katarak beyazlaştırıp içerler. Ve buna “White tea” beyaz
çay demektedirler.
Kendi kendime bunlar oldukça çay seven bir halk olmalıdırlar diye düşündüm.
Nihayetinde bana verilen bu büyük plastikte de anlaşılacağı gibi çay sever
olduklarına iyice inanmıştım.
Ancak hücreye gittiğimde bunun “its for tea “ yani çay için olmadığını “its
potty” olduğunu, öğrenmiştim. Tii ve potii telaffuzunun da oldukça benzer
olması ve iki kelimenin de sonunun İ ile bitmesi, yanlış anlamama sebep
olmuştu. Ancak verilen bu plastik kabın, çay için değil, hücrede tuvalet
olmadığı için gece lazımlık diye kullanmamız gerektiğini öğrenmiş oldum.
Böylelikle İngiltere gibi bir ülkenin hapishanesinde tuvaletinin olmayışını çok
yadırgamış ve demokrasilerine yakıştırmamıştım.
Günün büyük bölümünü tuvalet ve banyosu olmayan üç yataklı bir hücrede
geçirmekteydim.
Londra’da yaşayan Siverekli Naif Kapar adında bir arkadaşın gelip beni ziyaret
etmesi oldukça beni sevindirmiş ve yardımı da olmuştu.
İsveç’te bulunan ağabeyim Mustafa ve tanıdık arkadaşların ve de Af örgütünün
gayretleri sonucu bırakılmam için yürütülen yoğun bir diplomasi, sonuç vermeye
başlamıştı.
Bir yılbaşı gecesini daha özgürlükten uzak, Ashford hapishanesinde
geçirmekteydim.
Bir kaç hafta sonra Almanya’dan benim resmimin de bulunduğu bir dergi
gönderilmişti. Dergi bir delil olarak sunulmuş ve sığınma başvurum kabul
edilmişti.
Bırakıldıktan sonra Naif hevalin yanında kalmaya başladım.
Kısa bir zaman sonra ailemizde nüfus kaybı yaşanmaya başlanmıştı.
İsveç’te yaşayan ağabeyim Apê Selim ve ardında Babamın ölümleri gerçekleşmişti.
Annem, bizim aranmalarımız gerekçe gösterilerek, Moxundu karakoluna imza atmaya
götürülmekteydi.
TC’nin zulmü artıkça, maruz kaldığı baskılardan dolayı, Annem de yaşadığı köyü
terk etmek zorunda kalmıştı.
Çok sonraları, Londra’ya gelip, bir dönem yanımda kalması ve çocuklarıma da
Kürdçe dilini öğretmeyi başarmasından dolayı kendisine hep minnettarım.
Köyümüzde yok olmuş yaşamın tekrar canlanmasına ve yeni evimizin inşa edilmesine
yapım mimarı olan torunu Zana ile beraber ilk can suyunu vermişlerdi.
Toprağımızdaki bu yeni yaşamı, mesut gözle görüp, hayata ‘Allah ısmarladık’
diyerek ayrılması, hayal dünyamda bir resim gibi durmaktadır.
25 yılı Kürdistan’dan uzak Londra’da yaşamak zorunda kalmış bir Kürdüm. Hayatımda
en fazla memnun olduğum konulardan biri meşakkatli olmasına rağmen Kürd
olmamdır.
Bundan dolayı karşılaştığım mağduriyetin bir kazanç olduğunu düşünmekteyim.
TR de aldığım cezanın zaman aşımına uğraması, yeniden dönme umudumu
canlandırmıştı. Kürdistan’ı yeniden görme ihtimali bile beni
heyecanlandırmaktaydı, Almanya’ya gidip, ablam Hüsniye ve Enver ve birkaç arkadaşlarımla
görüştüm. Kasımla beraber liseden arkadaşımız olan, Sakine Cansız’ı da o arada ziyaret
etme fırsatım olmuştu.
Nihayetinde 26 yıl sonra, 50 yaşında beyaz saçlı bir amca olarak 23 yaşında
terk etmek zorunda kaldığım ülkeme geri gitme zamanı gelmişti. Yanımda annelerini
yeni kaybetmiş, 2,5 yaşındaki kızım ve 8 yaşında oğlum vardı. Kendim ve onların
bu ölüm karşısındaki haşin ve duygusallıklarını atlatmak için “derman” olacak
Kürdist(ana) gitme kararı almıştık.
Olası bir aksilik halinde, yanımda çocuklara sahiplik edecek Şevin’de
bulunmaktaydı.
Hamburg-İstanbul derken, hava alanına inip, gümrükte sıra beklemekteydim. Kızım
Lorin oldukça yüksek bir tonda “Rojbuna te piroz be can can baba” deyip tekrar,
tekrar bir tekerleme haykırmaktaydı.
Hiçbir doğum günümün heyecanını böylesine yaşamamıştım.
Lorin “doğum günün kutlu olsun” demekle haklıydı. Hayatımda kaybettiğim en
büyük servetimle tekrar karşılaşmanın ahengi ile tarif edilmez bir harmoni
yaşamaktaydım.
Kürdçe bilenler oldukça sevecen bakışlarla Lorin’i dinliyor, anlamayanlar da
ona gülümsüyorlardı.
Pasaport kontrolü sonrası dışarı çıktığımızda, arkadaşım Av Kutbettin ve eşi
Hülya Hanım dışarda bizi karşılamak için beklemekteydiler. Gece onlarda kalıp
ertesi gün Kürdistan’a uçacaktık.
Diyarbakır ve Dersim’e bir adım daha yakınlaşmıştım. Giderek heyecanım artmakta,
memleketime kavuşma isteğim büyümekteydi.
Tüm kutsal kitaplarda adı geçen Dicle Nehrini seyretmek, Munzur’dan su içmek,
Peri de yüzmek. Çocukluk ve gençlikte kaybettiğim yıllarımın hasretini yad
edecek diye düşünmekteydim.
Ancak Diyarbakır semasına vardığımda sevgi ve özlemim, hüzne karışmıştı. Ergani’nin
üzerinden geçtim. Pamuk yığınına benzeyen bulutlar, halatla çekiliyor gibi bir
görünüm veriyorlardı.
Geçen yıllar yüreğimde yorgunluk yaratmış olmasına rağmen kalp atışlarım vücudumu
sallamaktaydı. 26 yıllık ayrılık hasretini hep bir yüzük gibi yanımda taşıdığım
‘işte Diyarbekir!’