Uzun bir zamandan sonra yeniden sizlere “Merhaba” diyorum sevgili okuyucular. Çünkü bu yılın Nisan ayından sonra hiç bir siteye yazı göndermedim. Nedeni de ölmeden önce yeniden eşimle birlikte Özgür Kürdistan’a gidip, oradaki yeni yeni gelişmeleri, kardeşlerimizin durumlarını gözlerimizle görüp, sonra da doğduğum Dersim’deki köyüme gidip, hem anne, baba ve ağabeyimin mezarını ziyaret etmek ve hemde köyde hâlâ ölmeyen yaşıtlarımı ve diğer sağ olan yaşlıların ellerini öpüp, sonra da diğer arzuladığımız yerlere gitmek. Çok şükür biz böylede yaptık ve bu arzumuzu yerine getirip, bu gezide yeni yeni çok candan muhterem dostları da tanıyıp, daha sonra 48 yıldan beri yaşadığımız mekânımız, dünyanın Güney Kutbu Avustralya kıtasının Sydney’deki evimize sağ-selim geldik. Şu anda da Sydney’deki evimizde,
kompitörün önünde oturmuş, Özgür Kürdistan’la ilgili gezimizi ve bu gezide gödüklerimizi, tanıdığımız insanları, bu insanların bize karşı yakın ve kardeşlik ilişkilerini, onların içinde bulundukları durumu bize nasıl aktardıklarını bilincim oranında sizlere anlatmaya çalışacağım.
Sevgili okuyucu kardeşlerim, Özgür Kürdistan’a bu dördüncü gezim oldu. İlk gezim 2001 Mayıs ayında gerçekleşti. Zira o güne kadar dünyanın dört kıtasının önemli yerleri ve başkentlerini görmeme rağmen, cennet misali ülkemi, Dersim’deki köyüm ve Harput şehrinden başka bir yeri görmüş değildim. Bu nedenle kendi kendime bir karar aldım ve “Bu kez gidip ülkemin dört parçasını, karış karış değil, ulaşabileceğim yerleri görmeliyim” dedim ve Suriye’den Dicle ırmağını geçerek adımımı o kutsal ve Özgür parçaya attığımda, ağlayarak yere uzanıp doyasıya o toprağı öptüm. O gezimde hem merhum Hewlêr Emniyet amiri Ömer Botani, hem şehit kardeşim ve o günün Başbakan’ı olan Sami Abdulrahman’ı ve bugüne kadar o parçanın Başkanı olan Sayın Mesud Barzani ve onun yakın arkadaşı Xelîl Sîncarı, sekreteri Abdulkerim Cuma Beyi ve diğer bir çok Kürd yurtseveriyle tanışma fırsatım oldu; ancak o dönem Süleymaniye, bir başka deyişle YNK’nın egemen olduğu bölgeye gitme fırsatım olmadı; çünkü o dönem o Özgür parça iki ayrı parçaya bölünmüş, benim Süleymaniye’ye gitmem için vize almam gerekli olduğunu bana söylediklerinde, üzülerek o tarafa gitmedim ve o tarafta herhangi biriyle tanışma olanağım olmadı. KDP tarafındaki hemen hemen bütün şehir ve kasabalarını gezip gördükten sonra tekrar Suriye’ye dönüp, Helep’ten İstanbul’a, oradan da İran elçiliğinden vize alarak Doğu Kürdistan’a gittim. İlk durağım Kohi, sonra sırasıyla Selmas, Urmiye ve Mahabad oldu. Orada rahatsızlandığım için, başka yerlere gidemedim ve Urmiye’den otobüsle Van’a geçtim. Van’da üç gün kaldıktan sonra Amed’e geçip belirli yoldaşlarıma misafir oldum, oradan Dersim’e ve doğduğum şirin köyüm Kupık’a, daha sonra Harput’a gelip uçakla İstanbul’a döndüm. İstanbul’a döndüğümde o günlerde PSK arkadaşların çıkardıkları DEMA NU adlı gazetede, Kürdçe, yani ana dilimle “Gav Bi Gav Gera Mina Kurdistana Azad” başlığıyla gezimle ilgili izlenimlerimi yazdım. O izlenimlerim DEMA NU gazetesinin 15 Haziran 2001, yedinci sayıdan 17’ci sayısına kadar seri olarak yayınlandı. Bu sefer ise artık gazetelerde değil, gezi ile ilgili görüş ve izlenimlerim bilgisayar, yani internet sitelerinde yayınlanacak. Yani okuduğunuz bu site ve diğer bir-iki Kürd sitesinde.-Tabi yayınlarlarsa- Ama bu sefer ben ana dilim Kürdçe ile bu izlenimlerimi yazmak istemiyorum. Çünkü biliyorum çoğu Kuzeyli Kürd kardeşlerim Kürdçe başlıklı yazıları gördüklerinde, hemen onu kapatıp düşman dili ile yazılmış makale ve haberleri okurlar. “Okurlar” diyorum ama ne kadar okurlar O’da ayrı bir konu ve tartışmalı.
Sayın okuyucu kardeşlerim, böylesi bir girişten sonra, bu sefer de size gezimizle ilgili izlenimlerimizi anlatayım. “Gezimizle ilgili” derken eşimle birlikte bu geziye çıktığım için “Gezimiz” diyorum. Zira bundan dokuz yıl önce yine eşimle birlikte o Özgür parçaya gitmiş ve sevinçle dönmüştük.
Evet, 6 Mayıs günü, saat gecenin dokuz-buçuğunda, Katar hava yolu uçağına binerek Sydney’den havalandık. Uçak iki katlı, 800 kişi taşıyan koca bir dağ gibiydi. Biz sanki uçakta değil de evimizde oturmuş gibiydik. Yani en ufak bir sallantı dahi hissedemiyorduk. Ancak bu koca uçakta servis çok kötü, yemekler ise yenilmez gibiydi. Yemekleri her bölümde bir hostes dağıtıyordu, ki bu da zaman alıyordu. Hani derler ya “Yatakta……. beklemek, sofrada yemek beklemekten daha zor” Uçaktaki yemek servisi bunun tersi idi. Neyse, böylesi bir uçuş ortamı ve direk 14 saat sonra Katar’ın Başkenti Doha hava alanına indik. Orada iki saat bir bekleyişten sonra bir başka tek katlı uçağa binerek Özgür Kürdistan’ın Başkenti Hewlêr hava alanında indik. Yani takriben dört saat bir uçuştan sonra. Hewlêr hava alanı gerçekte çok büyük. Dediklerine göre dünyanın yedinci büyük hava alanı. Yani yapılan yerin büyüklüğü açısından. Terminal ise o denli büyük değil ve içerisi bomboş. Yani diğer hava alanlarının terminalleri gibi Cuti Fıri dükkanları, kahvehane ve aşhaneler, diğer her çeşit saat, altın, giyim elbise dükkanları yok. Kısacası bütün dükkan diye yapılmış yerler boş duruyor. Gümrükteki memurlar gayet mütevazi, güler yüzlü ve seri iş yapan, yolcuları fazla bekletmeyen insanlar.
Biz gümrükten dışarı çıktığımızda PSK’lı iki arkadaş bizi karşılamaya gelmiş, sıcak bir ilgiyle bizi götürüp “BANOJ” adlı bir otele yerleştirdiler. Otel dört yıldızlı, gayet temiz, geceliği ise 50 Amerikan doları idi. Oysa daha önceleri bu otelin geceliği 150 dolar imiş, fakat Daiş’in barbarlığı sonrasında turist sayısı azaldığı için, otel fiyatları da düşmüş. Biz otelde oturup biraz dinlendikten sonra, bizi karşılamaya gelen iki arkadaş gelip bizi Hewlêr kalesine götürmek istediler, fakat eşim fazla yorgun olduğu için o gelmedi, istirahat etmek istedi, ben ise bu iki arkadaşla -ismilerini yazmak istemem- ile beraber kale dibindeki çarşıya gittik. Kaleyi daha önceleri gördüğüm için, tekrar gidip gezmek istemedim. Ancak kalenin dış görünüş kısmı Unesco tarafında restore edilmiş, eski yerler -kalenin büyük çarsısına bakan taraf- tamamen bir cennet mekânına dönüştürülmüş. Koca koca su havuzları, bu havuzlar içinde havaya fışkıran berrak su, bu manzaranın kenar ve orta yerlerinde yapılmış tahta oturaklarda oturan genç genç insanlar, tespih çeken yaşlılar ve o tespih şıkırtılarının havaya fışkıran ve göl suyuna düşen suyun sesiyle birleşmesi, ayrı bir hoş melodinin kulaklarda beyinleri mest etmesi ve insanı büyüleyen bir ses. Yaşamımda bu güzel manzarayı, havaya fışkıran suyun güzel hışırtılı sesini ilk defa 14 Temmuz 1983 yılında Sovyetler Birliğine gittiğimde ve özellikle de Sovyetlerin Başkenti olan Moskova’yı da Kabem diye bildiğim yıllarda ve o hayalı Kabem’de bulunan 16 Cumhuriyet’in Ekonomik Parkında görmüş mest olmuştum, ki bu ikinci güzel manzarayı da Özgür Ülkemin o tarihi kentinde görüyordum.
Evet, o güzel manzarayı seyredip, yavaş adımlarla etrafı dolaştıktan sonra beni gezdiren arkadaşlar ile o güzel manzaranın karşısındaki İstanbul kapalı çarşısına benzer bir yere girdik. Çarşıda sağlı, sollu kumaş satan dükkanlar, elbise diken terzihaneler ve diğer çeşitli dükkanlar bulunuyor. Ben kumaş ve terzihaneleri görünce beni gezdiren arkadaşlara: “Bir terzi bana da milli giysimiz olan, Pêşmergelerin giydiği elbise gibi bir takım elbise diksin” dedim ve bir terzi dükkanına girerek beğendiğim kumaştan bana bir takım elbise dikmesini rica ettim; terzi hemen ölçümü alarak, 80 dolara yapacağını söyledi. Peşin 60 doları verdim, üç gün sonra da elbisemi alırken camêr ın 20 dolarını verip teşekkür ettikten sonra çarşıdan çıktık, doğru otele döndük, kısa bir moladan sonra arkadaşlardan biri “Hadi sizi Sami Abdulrahman parkına götüreyim. Bu park Ortadoğu’nun en büyük parkıdır” dedi ve biz onun arabası ile parka gittik. Zira parkı daha önce görmüştük, fakat park daha da genişlemiş ve çeşitli çiçek ve ağaçlarla süslenmiştir. Parkın ortasında koca bir su gölü, gölün bir kenarında iskele, iskelede kayık kiralayıp su üstünde vakit geçiren gençler, sevdalılar, orta yaşlı ve ihtiyar insanlar. Ayrıca parkta çocuklar için Luna Park misali her türlü salıncaklar, kayak yerleri, vs, vs. Ayrıca her Kürd yurtseverini sevindiren önemli kişilerin heykelleri. Özellikle her Kürd erkek ve kadınını gururlandıran, tarihimizin unutulmaz kadın şairimiz Nesture Hanım’ın heykeli ve onun başındaki başlık beni son derece gururlandırdı ve gözlerim yaşlarla doldu. Tabi Sami Abdulrahman ve onunla birlikte şehit olanların isimleri yüreğimi dağladı, için için ağladım ve üçümüz, yani ben, eşim ve rehberimiz arkadaş, son derece bir üzüntüyle oradan ayrıldık.
Sayın okuyucular, burada dikkate değer bir başka şey anlatayım. Biz gezerken, bir yerde oturan üç genç delikanlıya rastladık. Üçünün yaşı tahminen 16-17 idi. Üçü bir tahta kanepede oturmuş tütünden sigara sarıyorlardı. Bunlar sigarayı yakarken ben yanlarına yaklaşarak, Kürdçe üçüne: “Çocuklar siz çok gençsiniz, niçin bu zehir ile gençliğinizi zehirliyorsunuz” dememle, sol tarafta oturan esmer, ince boylu delikanlı hemen yaktığı sigarayı yere atarak ayağıyla söndürdü, diğer ikisi ise sigaralarını içmeye devam ederken, ben yine Kürdçe üçüne: “Siz Kürd müsünüz?” dememle, sigarasını yere atıp söndüren delikanlı mahçup bir tavırla bana: “Ben Kürdüm, ama bu iki arkadaşım Türkmen. Bunlar Kürdçeyi da benim kadar biliyorlar. Ben bunlarla Kürdçe konuşuyorum” dedi ve ben: “Bir daha sigara içmeyeceğine dair bana söz ver” dedim, o ise: “Söz Mamo, bir daha sigarayı dudaklarımın arasına koymam” dedikten sonra, onun bu onurlu saygısından dolayı kucaklayıp öptüm. İşte Kürdün büyüğüne karşı bu asil hareket ve davranışı beni son derece sevindirdi ve oradan saat 7 sonrası ayrılıp otele döndük ve ilk günümüz bu şekilde son buldu.
Evet sayın okuyucu Kürd kardeşlerim, Özgür Kürdistan’a ilk gezi günümüz bu şekilde son buldu. Yani bu yazının birinci bölümü. Diğer günlerdeki izlenimlerimizi bundan sonraki yazımda devam edeceğim. Yani hepsini bir yazıda değil, bölüm, bölüm. İkinci bölümde buluşmak umuduyla.
Hoşça kalın.