Gazi Üniversitesi’nde profesörlerden oluşan bir kurulu, “Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi” ile ilgili bildiklerini, 2016 tarihinde bir kitapta yayınlamışlar. Kitabı okuduktan sonra, bunlara profesör ve bilim kurulu diyebilmek için insanın zır cahil olması gerekiyor. Hacı Bektaş ile ilgili bir sürü masaldan sonra, Nusayrilerin “ETİ TÜRKLERİ” olduklarını bilimsel olarak ispatlamaya çalışıyorlar. Zavallılar görevleri gereği uydurma bir masal yazarlarken, çok zorlanmışlar. Devşirme Türkler, kendilerinin kim olduğunu bilmezler, bir DNA testi yaptırıp, kendilerinin kim olduklarını öğrenseler, daha iyi olur. Ondan sonra oturup, toplumsal bilimi ve kimin kim olduğunu öğrenip, öyle yazsınlar.
Nusayriler Kuzeydoğu Akdeniz’in, yani Amanos dağlarının 8-10 bin yıllık yerleşik toplumudur. Bilindiği gibi Şehir Devletleri döneminde, Doğu Akdeniz’de Palastinalar, Yudalar, Beni İsrail ve Nusayriler yaşıyorlardı. M.Ö.1003 tarihinde Kral Yakup (Yakup Peygamber) Palastinaları, Yudaları ve Beni İsrailleri bir devlet olarak birleştirdi ve Kudüs’ü de Başkent ilan etti. Kral Yakup bütün zorlamalara rağmen, Nusayri Devletini bir türlü kendi topraklarına katamadı.
Nusayriler Amanos Dağları, Tarsus Ovası, Antakya Ovası ve Halep Ovasına hakim, çok zengin bir devlete sahiplerdi. Ayrıca Lazkiye’deki doğal liman da Nusayri Devleti için çok önemli bir gelir kaynağı idi. Amanos dağlarında yetişen, bir cins ağaçtan yaptıkları gemilerle, bölgenin en eski gemicileri olduğunu da söyleyebiliriz. Kısaca Asya steplerinde yaşayan Türkmenler daha geyiklerin sırtında binip dolaşmayı bilmezken, Nusayri’ler yaptıkları gemilerle, Akdeniz’i dolaşıyor ve ticaret yapıyorlardı. 3000 yıldan fazla bir zamandan beri yazı kullanıyorlardı. Lazkiye, Halep ve Antakya 6000 yıldan daha eski Nusayri Devleti şehirleridir. Bölgede yapılan arkeolojik kazılarda ortaya çıkan tarihi eserlerin çoğunun, Nusayri kültürüne ait olduğu biliniyor.
Nusayri Devleti (Suriye) M.Ö. 1300’lü yıllarda, Mısırlılarla- Hititliler arasındaki çekişmelerin ortasında kaldı. Bu çekişme sonunda, Antik Çağın Büyük Savaşı Kadeşte karşılaştılar. Taraflar yenişemedi ama her iki tarafın orduları bölgeyi talan ettiler. Kadeş’te, Mısırlılar ve Hititler savaştı ama savaşın bütün acıları Nusayrilerin yüreğinde kaldı. O gün Suriye için tarihin en acı günüydü diyebiliriz.
Suriye uzun süre Romalıların işgali altında kaldı. Halife Ömer döneminde, Müslüman Arap orduları bölgeyi işgal etti, halkı haraca bağladı ve Araplaştırmaya çalıştılar. Haçlı orduları ise bölgeyi işgal edip, iaşelerini buradan temin ediyorlardı. İşgalciler, her seferinde acımasız katliamlar ve talanlar da yapıyorlardı. Yavuz Selim döneminde bölge, Osmanlıların işgaline uğradı. Osmanlılar Kudüs’ü işgal edince, Palastinaları Müslüman ve Araplaştırdılar, ardından bunlar aracılığı ile Yahudileri bölgeden uzaklaştırdılar. Nusayriler de Müslümanlaştırma ve Araplaştırmayı çok denedi ama başarılı olamadılar.
Kral Yakup bütün çabalarına rağmen, Nusayrileri Musevileştirip, Yahudieştiremedi. Nusayri Devleti en uzun süre Cihatçı Arap Ordularının işgalinde kaldı. Her türlü baskı ve zulme rağmen, Nusayrileri Araplaştırıp, İslamlaştıramadılar. 300 Yıldan fazla bir zamanda Osmanlılar uğraştı, Nusayrı’ları Araplaştırıp, Müslümanlaştıramadı. Devşirme Türkler, 100 yıldan fazla her türlü yol ve yöntemi denediler ama Nusayrileri Müslümanlaştırıp, Türkleştiremediler.
Nusayri Devleti Kadim bir Devlettir, Dini de Zerdüşt’tür. Onları dönüştürmeye çalışan, Araplar, Osmanlılar ve Devşirme Türkler, on bin yıllık Nusayri medeniyetini dönüştürmek için yeterli medeniyete ve bilgiye sahip değillerdi. Sürekli kendi metotları olan, baskı ve zulmü onlara dayattılar. Katliamlardan sağ kalan Nusayriler dağlara ve ormanlık alanlarda gizlenmeye çalıştılar. Bölgenin acemisi olan, atlı askerler de gizlenme alanlarına girmekte zorlanıyorlardı.
Nusayriler her şeyle baş ettiler ancak dağlarda gizlenenler açlıkla savaşmak çok zorunda kaldılar. Osmanlılar da bunu çok iyi biliyorlardı, bu nedenle başka yollar denediler. Osmanlılar Nusayrileri Müslüman olarak görüyor ve Müslümanların sahip olduğu bütün haklardan onlar da yararlanacaktı. Bunun için 1870 Tarihinde, yayınlanan bir genelge ile Müslümanlığı kabul edip, köylere yerleşmek isteyenlere, ev, arazi verileceğini ve Cizye vergisini kaldıracaklarını ilan ettiler. Çok az bir kesim bu çağrı doğrultusunda İslam’ı kerhen kabul edip, köylere yerleştiler.
Osmanlı; yerleşim yerlerine Müslümanlaşmış kendi muhacirlerini de yerleştiriyordu. Bunları birbirleriyle evlenmeye zorluyor, evlenenlere ev, arazi ve para yardımı yapıyordu. Zerdüşt (Alevi) ibadethanelerini yıkıp, Aleviler sıkı takip altına alıyorlardı. Bu nedenle bölgeye bol miktarda Cami ve Mescitler yaptılar ve özel yetiştirilmiş Müslüman din adamlarını ve hafiyeleri bölgeye yerleştirildiler.
Osmanlı bunlarla da yetinmedi, Halep yöresinde meşhur Alevi katliamını başlattı. Yörede Alevi Kürtler de yoğun biçimde yaşıyorlardı. Bu katliamdan sağ kurtulan Kürtlerin bir kısmı, güneye doğru kaçtılar, ki Beyrut’un doğusundaki dağlık bölgede yaşayan Dürzi Kürtler, o katliamda kaçan Kürtlerdir. Bir kısmı da kuzeye doğuya kaçtı. Maraş, Malatya ve Sivas yöresinde dağlık bölgede yaşayan Kürtler, o katliamdan kaçan Kürtler. Kalan Alevi Nusayriler ise yüzleştikleri katliamlarla acıların, acısını yaşadılar.
Birinci Dünya Savaşında, 30 Ekim 1918 tarihinde Osmanlılar koşulsuz teslim oldular. Limni adasındaki Mondros limanında Bahriye Nazırı Rauf Bey (Orbay) General Somerset Arthur ve General Gough Carltrop tarafından Mondros ateşkes anlaşması imzalandı. Böylece Rauf Bey (Orbay) Osmanlı İmparatorluğunun anahtarını İngiliz ve Fransız Generallere teslim etti. Artık işgal edilmemiş toprakların ve İstanbul’un tek hâkimi ve Valisi İngiliz General Csarles Harrington’dur. Harrington işgal altındaki Şam’a da Fransız General Henri Gouraud’u Vali olarak atadı.
Şam valisi Fransız General Henri Gouraudo’nun desteği ile Lazkiye merkezli, Alevi özerk bölgesi ilan edildi. Adana Nusayrileri de Lazkiye yönetimine katılma, isteklerini bildirdiler. 1923 tarihinde bağımsızlığını ilan eden Nusayriler, 1925 tarihinde devlet olarak kabul edildiler. 1926 Ankara anlaşmasıyla, mevcut Suriye sınırının belirlenmesiyle, sadece Kürtler değil, Nusayriler de Fransa ve Paşalar Cumhuriyeti arasında paylaşıldı. 1930 yılında Lazkiye sancağı, 1936 yılında Suriye Vilayeti, 1942’de Suriye’ye bağlandı. Fransızlar 1939 tarihinde Antakya’yı, Paşalar Cumhuriyetine hibe ederek, çıkıp gittiler.
Paşalar Cumhuriyeti, Kürtlere karşı açıkça savaşırken, Alevi Nusayriler’e karşı ilan edilmemiş bir savaş sürdürdü. Alevileri aşağılamak için, bunlara Fellah Arap (Dinsiz) olarak adlandırılıp, devlet yönetiminden uzak tutuldular. Cumhuriyet tarihinde Nusayri Aleviler, General, Vali, Emniyet Müdürü ve Büyük Elçi olamadılar. Devletin desteği ile iş sahibi olmuş MÜSİAD içerisinde, bir tek Alevi Nusayri bulunmaz. Türkleştirmek ve Müslümanlaştırmak için devlet bölgeye bol miktarda Cami yaptı. Alevi Nusayri köylerindeki bu Camilere din adamları atandı.
Devşirme Türkler, utanmadan bilim adına, bugün Nusayri Alevilerin ETİ Türkleri olduğunu söyleyebiliyorlar.
Nusayri Aleviler; kim ve on bin yıllık şanlı bir geçmişe sahip olduklarını, çok iyi biliyorlar. Tarih boyunca direndiler ve varlıklarını sürdürdüler. 1926 Ankara anlaşmasıyla, Devşirme Osmanlı Paşaları ve Fransızlar kendi aralarında yaptıkları bir anlaşmayla, sınır belirleyip, Nusayri’eri ikiye böldüklerini düşünseler de, onların gönülleri hala birdir. Çünkü onlar şanlı bir geçmişin ve köklü bir medeniyetin çocuklarıdır.
Nusayriler, Kürtler ve Ermenilerin devletleşememelerinin sebebi İngiliz ve Fransızlardır. Eğer Lazkiye Alevi devleti varlığını sürdürseydi, sadece Paşaların işgali altındaki Nusayriler değil, bu Alevi Kürtler için de örnek olacaktı. Paşaların huzuru bozulmasın diye, İngiliz ve Fransızlar bu kararı aldılar. Suriye’de kalan Nusayri nüfusunu dengelemek için, Fransızlar gitmeden önce Antakya’yı paketleyip Osmanlı Paşalarına hediye ettiler.
Hacı Bektaş Veli Tekkesi, 1826 tarihinde II- Abdülhamit döneminde kapatıldı. Ondan tam yüz yıl sonra Mustafa Kemal ise, 1925 tarihinde 677 sayılı yasa ile tekrar kapatıp Postnişini de Amasya’ya sürgün etti. 1957 tarihinde Menderes mührü kırdı ve Tekkeyi yeniden açıtı. 1963 tarihinde dönemin Başbakanı Albay İsmet İnönü yeniden kapatmayı göze alamadı, Bakanlar Kurulu kararıyla orayı müzeye dönüştürdü. Eğer giriş kapısının üzerindeki “Hacı Bektaş Müzesi” yazılı mermer sökülüp atılırsa, altında gizlenen Hacı Bektaş Tekkesi yazısı ortaya çıkacaktır. AKP’de Kültür ve Turizm Bakanı olan Ertuğrul Günay, Kasım 2011 tarihinde Hacı Bektaş Tekkesinin içerisine Atatürk’ün heykelini dikti. Atatürk’ün kapısına mühür vurduğu ve hala resmen yasak olan yere, gidip Atatürk’ün heykelini dikmek, iki yüzlü riyakarlık değil de nedir? Eğer yüzünüzde tükürük istemiyorsanız, bırakın heykel dikmeyi, Hacı Bektaş Tekkesi üzerindeki 677 sayılı yasayla konan yüz yıllık yasağı kaldırın. Hangi yüzle kapısına mühür vurduğunuz, Hacı Bektaş Tekkesini ağzınıza alıyorsunuz?
“İslam ümmettir devleti olamaz.”
“İslam’ın devleti dünyadır.”
“Irka çağıran bizden değildir.”
Mayıs 2020
İbrahim Aksoy