Kürtler dışında dünyada devleti olmayan halk, ordusu olmayan bir devlet yok. Her devletin kendine özgü bir ordusu var. Her ordunun niteliği ise, mensubu olduğu devletin yönetim anlayışına göre şekillenir. Devlet demokratik bir devletse, ordusu da demokrasi ve insan haklarına saygı duyan ve bu değerleri koruyan bir yapıya sahip olur. Türkiye gibi demokrasi ve temel insan haklarından uzak duran bir devletin ordusu da darbeci olur. Peygamber ocağı ya da toplumun gözbebeği olarak tanımlanmış olması bur gerçeği değiştirmez.
15 Temmuz günü Türkiye’de yapılan darbe başarılı olamadı, ancak yarattığı etkiler, bir çok alanda uzun sürecek gibi görünüyor.
Bu darbenin artçıları olacak mı, ya da bu darbeye kalkışan Fetullahçı ekip, devletin tüm kurumlarından temizlenecek mi, şimdiden kestirmek oldukça zor.
Eli yıllık bir geçmişi olan bu harektin devlet içinde kadrollaşmasının, son 15 yılda zirve yaptığı, devletin tüm kılcal damarlarına nufüs ettikleri, darbe öncesi de bilinen bir gerçekti.
Çünkü bunların, başta eğitim, yargi ve ordu içindeki yapılanmaları bugün bir sızıntı olarak adlandırılsa da, bunun böyle olmadığını başta Erdoğann olmak üzere, devletın geçmişten günümüze, tüm yöneticilerinin bildiği, hatta kadrollaşmaları için yol verdikleri de bilinen başka bir gerçek.
Özellikle 12 Eylül Darbesi sonrası hiz kazanan bu kadrolaşma, Evren’den Özal’a, Demirel’den Çiller’e, Erbakan’dan Ecevit’e, Bahçeli’den Erdoğan’a Türk Devöeti’ni yönetenlerin katkı ve yardımlarıyla oldu.
Bizzat Erdoğan’ın son iki yılda, hemen her yerde, basın ve halkın huzurunda söyledikleri, Fetullah’ın devlet yapılanması içinde nasıl ve ne şekilde güçlendiğinin ispatıdır.
Ne diyordu Erdoğan; „Ne istediler ki, vermedik!“
Başka bir deyişle Erdoğan, „hangi isteklerini geri çevirdik te, şu an bizi hedef alıp, bize karşı harekete geçiyorlar“ diyordu.
Erdoğan ve selefleri, Fetullahçilarin her istediklerini vermişlerdi. Ancak Erdoğan’ın esirgediği bir sey var di ki, o da, fıli olarak yönetikleri devleti resmi olarak kendilerine sunmayışıydı. Son istekleri, Erdoğan’ın pılını pırtısını toplayıp evine çekilmesi anlamına geliyordu. Devletin tepe noktası ile ilgili paylaşım sorunu, aralarında ki ortaklığın son bulmasına neden oldu.
Karşılıklı olarak kılıçlar çekildi, karşılıklı hamleler, peşisira birbirini izledi. Bundan sonra da devam edecek gibi görünüyor.
Bu gün görünen tablo, aynı zamanda tarafların birbirlerini kolay kolay yokedemeyecekleri gerçefğini de ortaya koyuyor.
Çünkü Erdoğan’ın Fetullahçı kadroyu devletten temizlemesi ancak, devleti lağvedip, yeniden yapılandırmasıyla mümkündur ki, bu da imkansız bir durum. Fetullahçı ekibin Erdoğan’a galip gelmesi ise, Erdoğan’ın yüzde eliye yakın halk desteğini kendi lehine çevirmesi gerekir ki, bu da birinci olasılık kadar imkansız gibi bir şey.
Dolayısıyla, her iki kesim arasında başlayan bu savaş, askeri bir kavram olan „it dalaşı“ şeklinde uzun süre daha devam edecek. Alınları secdeye değen bu iki kesim, birbirleriyle dalaşırlarken, olan, her iki kesime de safça inanan halka olacak, zararı onlar görecek, görmeleri de gerekir.
Çünkü, bugün Fetullah’ın talimatıyla hareket eden ordunun mensupları gökten inmediler, ya da Pensilvanya’dan yetişip Türkiye’ye ihraç edilmediler.
Türk halkının düne kadar „Peygamber Ocağı“ dedikleri ordunun bağrından çıktılar. Bugün birer cani olarak adlandırılan subay ve generaller, o ocağın birer „şerefli mensupları“, devleti ve milleti savunmak adına, başta Kürtler olmak üzere, devletin ötekilleştirdiği kesimlere karşı savaşan birer kahraman olarak adlandırılıyorlardı.
Fetullah ve ekibi, „alnı secdeye değen“ müminler olarak görülüyor, onlara en ufak bir söz söyleyenler, halkın ve bugün Erdoğan’ın yönetiminde olan devletin hışımına uğruyor, nefes almaları bile engelleniyordu.
Bu karşılık, aralarındaki it dalaşının ne kadar süreceği, etkilerinin ne olacağı şimdiden belli olmasa da, bu darbe, iki gerçeğin günyüzüne çıkmasına vesile oldu.
Bunlardan birisi; Türk Ordusu’nun bir Peygamber Ocağı olmadığı, bu ordunun mensubu olan subay ve generalerin de, şerefli birer kahraman olmadıkları gerçeği.
Bir diğeri ise, alnı secdeye değen her kesin, birer mümin olmadığı, büyük çoğunluğunun alınlarını secdeye değdirmekle, başta Allah olmak üzere, saf ve mümin insanları kandırdıkları gerçeği…
Hani derler ya, bir musibet bin nasihatten evladır. Darbenin günyüzüne çıkardıği iki gerçeği bin nasihatle bu denli ortaya koyabilme imkanı olmazdı.
Türk halkı, son iki yılda yaşadıklarıyla, son darbede şahit olduklarıyla bu iki gerçegı görebilecek mi, emin değilim.
Kürtlere gelince, Kürtler ne Türk devletini kendi devletleri olarak gördüler, ne de Türk Ordusu’nu bir peygamber ocağı olarak tanımladılar. Hatta Türklerin peygamber ocağı olarak gördükleri bu kurumu, kendilerine zulüm ve baskı uygulayan, katleden devletin temel bir sembolü olarak adlandırdılar.
Umarım Kürtler bu gerçek gibi, yaşanan son darbe ile alnı secdeye değen her Türk Devlet yöneticisinin de bir mümin olmadığı gerçeğini görür ve ona göre saflarını belirlerler…
22.07.2016
firataras@navkurd.net