Devletin siyaseti egemen kimlik adına yapması ve ona bir üstünlük sorunu olarak bakması, şiddet tekeli kullanımında aşırılığa kaçması, şiddeti kullanmada katkıda bulunmaktadır. T.C. kurulduğu günden beri, siyasal şiddeti meşrulaştırmış ve yaygın olarak kullanma yöntemini seçmiştir. Böylece devlet şiddeti kulmak için suç yaratma yöntemini, bir araç olarak kullanmayı tercih etmiştir.
Dışlanmış birey kendisini güven içerisinde görmez. Birey gurup içerisinde kendisini güven içerisinde görmeye başlar ve dışlanmış bireyler guruplaşmaya başlar. Gurup büyüdükçe kendisini daha güçlü görmeye başlar ve egemenlikte pay istemeye başlar. Şiddet tekelini elinde bulunduran egemen kesim bunu bozgunculuk olarak gömeye başlar ve üstünlük sorununun tehlikede olduğunu söyler. Böylece de şiddeti kutsamaya başlar.
Uluslaşma sürecinde kimlik odaklı siyaset, bir arada yaşama yerine, çatışmacılığı ön plana çıkarmıştır. Uzlaşmayı boyun eğme ve davaya (kimliğe) ihanet olarak görmüştür. Devletin siyaseti egemen kimlik adına yapması ve ona bir üstünlük sorunu olarak bakması, şiddet tekelini dilediği gibi kullanma hakkını kendisinde görmeye başlamıştır. Uluslaşma sürecinde, şiddetin temel siyasi araç olduğu ve kimlik mücadelelerinin bu araçla yapıldığını görürüz. Şiddet, siyasetin dava olarak algılandığı ve kimlik savunusu temelinde yapıldığı bir ortamda kutsanmaktadır.
Kimlikleri tanımayan ve onları dönüştürmeye çalışan egmen kimlik, muhalefeti düşmanlık olarak görerek onları ortadan kaldırmaya çalışır. Kemalist T.C. de olduğu gibi. Türkiye’de şiddet, kimliklerin zorunlu seçeneği ve temel siyasi araç olarak kullanılmaktadır. Hak talebi için başka yol yok ve her türlü muhalefeti bastırmak üstünlük sorunu için zorunlu hale gelmiştir.
1923 yılında devşirme Osmanlı Paşaları, Osmanlıya kazan kaldırıp, Anadolu’da olmayan Tükler için Çumhuriyet kurdular. Toplumsal bir mutabakat olan 1921 Anayasasını kaldırdı yerine 1924 ırkçı faşist Anayasayı koydular. Buna göre Türk vatandaşı olan herkes, Türktür, Müslümandır ve Hanefidir (Türk – islam sentezi). Bu tarifin dışında kalan, ulusal ve inançsal azınlıklar, şiddetle dönüştürülmeye çalışıldı. Ulusal alanda bütün azınlıklar dönüştürüldü, Kürd Milleti hala direniyor. İnançsal alanda da sadece Aleviler kaldı, onlarda son demlerini yaşıyorlar.
(Laik demokratik) Cumhuriyet’i kuran Osmanlı Paşaları, bütün ulusal muhalefete saldırdı ama asıl hedefleri, Kürd Milleti idi. Devlet suç yaratarak, 1925 Piran saldırısı, 1926 – 1929 Zilan saldırısı ve 1937 – 1938 Dersim saldırısı tam anlamı ile bir soy kırım girişimleridir. Elbetteki Kemalist devletin bu pervazsızca şiddetine karşı Kürdler de savunma amaçlı şiddeti kullanmışlardır. Devlet Piran ve Dersim saldırılarında, sıra, sıra sehpalarda sallandırdığı Kürd cenazelerini sahiplerine bile vermedi. Hala bu insanların cenazeleri kayıp. Zilan’da topluca Yezidi Kürdleri imha etti, darağacına lüzüm bile görmedi.
Üzerinden çığ geçmiş gibi olan Kürd Milleti 1938’den sonra büyük bir sesizliğe büründü. Yıllar sonra Dünyadaki gelişmelerin de etkisi ile, Kürdlerden yeniden bir hareketlilik başladı. 12 Eylül, Faşist Kenan Evren Cunta’sının Diyarbakır’da Kürd Milleti için oluşturduğu toplama kampı, Hocaların tarif ettiği Cehennemi aratır durumdaydı. Bir bütün olarak, Kürdler acımasız ve pervazsızca T.C.’nin uyguladığı işkenceyi yaşadı. Bu sefer Kürd Milleti T.C.’nin bu pervazsızca ve insanlık dışı şiddetine, şiddetle cevap vermedi ve guruplar dağıldı.
Kısa bir süre sonra iki gurup dağa çıkarak, şiddete karşı şiddet yöntemini denemeye kalkıştı ve Kürdlerden de büyük senpati gördü. Liderlerin öngörüsüzlüğü ve basiretsizliği nedeniyle, kısa süre sonra bu guruplar da dağıldı.
12 Eylül’den sonra, önce Suriye’ye kaçan ve oradan da Avrupaya geçen Öcalan, dört Avrupa devleti tarafından ayrı, ayrı sığınma talebi red edilince, yeniden Suriye’ye döndü. Şam’ın devlet muhallesine yerleşti ve Ağustos 1984 yılında T.C.’ye karşı savaşmaya başladı. „Bağımsız Birleşik Kürdistan“ sloganı ile T.C.’ye karşı savaşa başlayan, PKK bütün Kürd Milleti’nin dikatini çekti ve büyük bir destek aldı.
Bunun üzerine T.C. bütün Kürd Milleti’ne karşı, top yekün bir savaşa girişti. 1990’lı yıllarda 400 Kürd köyü devlet tarafından yerle bir edildi ve 2,5 Milyon Kürd göçmen durumuna düştü. Devlet bu göçmenlerle hiç ilgilenmediği gibi, takip etmeye de devam etti. Bu köyler korucu olmadığı için köyleri yakılırken, devlet bunların „PKK militanlarını barındırdığı için“ köylerini yaktığını söylüyordu. Bu bir soykırım girişimidir, sorumluların Lahey Adalet Divanı’nda yargılanması gerekiyor. Devlet tarafından evleri yakılan ve yıkılan köylülerin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne müracatlarına PKK engel oluyordu. Ben şahsen köylüleri buna teşvik ettigim için iki kere PKK tarafından uyarıldım. PKK’nin korkusundan hiç birisi de AİHM’e gitmedi. 19 bin Kürd aydını Devletin cinayetlerine kurban gitti. Ancak; Şam’da oturup onbeş yıl T.C.’ye karşı savaşan Öcalan bir gün resmi bir belge ile Suriye’den istenmedi. Sanıyorum devletin aklına gelmemiştir.
PKK 1984 Yılından beri, Kürdistan dağlarında düzenli ordu ile gerilla savaşını sürdürüyor. Bu süre içerisinde, zaten sınırlı olan Kürd ekonomisini yerle bir etti. 30 yıllık savaş süresince, Türk ekonomisi hızla büyüdü. Bu durum tanrının bir hikmeti olamaz. Milyonlarca Kürd bir oraya, bir buraya göçmen duruma düştü. Bunların hepsi „ Bağımsız Birleşik Kürdistan“ içindi.
Özellikle son beş yıldan beri, başta Öcalan olmak üzere, bütün PKK yöneticileri, „Bağımsız Birleşik Kürdistan’dan“ vazgeçtiklerini ve hatta bu talebi olan Kürdlere karşı olduklarını açıklıyor ve sadece Türkiye’nin demokrasisi için savaştaklarını söylüyorlar.
PKK’nin alt yapısını hazırladığı ve Devlete saldırı davetiyesi çıkardığı, son şehir savaşları, PKK’nin nerede başladığı ve nereye gittiğini çok açıkça gösteriyor. Gelinen noktada PKK’nin devlete yardım ve yataklık yaptığını bütün Kürd Milleti görmeye başladı. Şehir çatışmalarında ölenlerin ezici çoğunluğu sivil insanlar, diğerleri ise çoğu silah kullanmasını bile bilmeyen Ünüversite öğrencisi, çok azı ise PKK militanı. Bunlar açığa çıkmasın diye, cenazelerin çoğu yakılmış.
Devlet; PKK’nin Belediye araçlarıyla hazırladığı, hendek ve barikatları gerekçe göstererek, şehirleri yaktı, yıktı ama araçları veren, hiç bir Belediye Başkanı’na dokunmadı. Bu hendekler ve barikatlar hazırlanırken ve silahlar depolanırken Devlet görmedi. Silopi, Cizre ve Sur’da ve başka yerlerde Devletin yaptıkları, bir soykırım girişimidir. Bunun aynısı daha önce Bosna Hersek’de oldu, bunu yapan Yogoslav yöneticiler, başta Miloseviç olmak üzere hepsi, Lahey Adalet Divanı’nda yargılandı ve hak ettikleri cezayı da aldılar.
Bu sefer hiç bir Kürd, hiç kimseden korkmadan, uğradıkları maddi ve manevi zararlarını almak üzere, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gidebilirler. Hatta maddi ve manevi zararlarını da T.C.’den alırlar. Sakın PKK’den korkmasınlar ve Devletin vaatlerine inanmasınlar.
Duran Kalkan’ın kamuoyuna açıkladığı, PKK, TKP/ML, THKP – C/MLSPB, MKP, TKEP-LENİNİST, TİKB, DKP, DEVRİMCİ KARARGAH ve MLKP adı bile duyulmamış Türk Marksist örgütlerle bir araya gelerek, Halkların Birleşik Devrim Hareketi (HBDH ) örgütünü oluşturmasını, anlayan olmadı ama sanıyorum PKK yöneticileri de bir şey anlamamışlardır. Bu davranış, sadece T.C.’nin Kürdlere karşı duruşunu değil, batı dünyasının da karşı duruşunu sertleştirmek ve rahatlatmaktan başka bir işe yarayacağını sanmıyorum.
Kürdler PKK’den uzaklaşmalı ve dünya ile bütünleşmelidir. Dünya kucak açmış bunu bekliyor. Kürd Milletinin 90 yıldan beri çektiği acıların dermanı buradadır. Türk Marksistlerinin (aşırı Kemalisler) size acıdan başka vereceği hiç bir şeyi yoktur. Ne olursunuz, size yalvarıyorum, bu sefer beni dinleyin.
Mart 2016
İbrahim Aksoy