Sevgili okuyucu dostlarım, kardeşlerim, bir kaç kez söylemiş ve yazmıştım, günümüz dünyasının ve yaşayan biz insan halini. Artık insanlar ğırç, yani kazık, şiş, ok, yay, hançer, kılıç-kalkan, barutlu av tüfegini -canlı varlıkları öldürmek için- yapmazlar Bunlar yerine saniyede yüzlerce mermi atan, ağır-makinalı tüfekler, dağları, koca-koca kayaları parçalayacak dinamit lokumlarını, her tarafı tarumar edecek toplar, tanklar, kıtalar-arası füzeleri, koca-koca jet bombarduman uçaklarıyla, gökte yağan dolu taneleri gibi, insanoğlu ve
hedef alanı üzerinde yaşayan tüm canlılara yağdırılan öldürülcü zehirli bombalar, Atom ve Hidrojenle dünyadaki bütün canlı varlıkları yokedebilecek silahları yaptıkları gibi, artık toprağı işletmek için kara saban’ı, pulluğu, öküz, at, veya manda ile sürmez. traktör, patos ve biçerdöver’i kullanır. Artık orak ve tırpan ile ekin biçmek, düven’ı öküz, at, eşek ile sürmek yok. Gece ateş ışığında, ya da kendir ve ya çam tahta parçasının yanan ışığının, ufak gaz çırasının ışığı önünde oturup sohbet etmek, şarkı, türkü söylemek, hikâye anlatmak yok. Merhum Edison’un biz insanlara bağışladığı Eletrik ve onun enerjisi var. Bunlardan başka bugün dünyamızdaki Okyanusların derin derin dipleri, tuzlu suları yok. İnsanoğlu koca Okyanusları
kuruttu, altı kıtayı birleştirdi ve mavi gökyüzüne de merdiveni dayıyarak, adım-adım milyarlarca gezegene ve güneşe doğru gitmektedir. Kısacası bugünkü dünya hali bu. İnsanoğlu bu koca dünyayı küçük bir kutu içine koymuş ve o kutuyu da herkesin cebine yerleştirmesine karşın, nedense bir türlü gerçek insan olmayı becerememiş; tüm güzel şeylerin yanısıra, kendi kendini imha edecek yukarıda isimlerini saydığım öldürücü silahları yapmış, bu silahlarla hem kendini ve hemde tüm canlıların yok olmasına sebep olmuş ve olmaktadır.
İnsanlık tarihinin başlangıç noktasını net bilen bir insan yok. Ama İsa öncesi, Sümerlerden günümüze dek olup-bitenleri az da olsa biliyoruz. Yani Huri, Guti, Mısır, Akad, Elam, Babil, Asur, Mitani, Luvi, Hitit, Medya, Pers, Urarto, Roma, Bizans, Barbar Moğolları, İslam’ın çıkış noktası ve ardıçları barbar halifeleri, Avrupa’daki Cerman, İngiliz’in Birleşik Krallıklarını, Fransa’nın Lui ve Napolyonlarını, İspanya, Portekiz ve İskandinavya ülkelerinin krallıklarını Osmanlı’nın zalim ve katil padişahlarını, Rus çarlarını, yirminci yüzyılın başından günümüze dek, olup bitenleri biliyoruz. Özellikle de birinci ve ikinci dünya savaşından sonra ülkemiz Kürdistan’da gelişen olaylar ve yapılan barbarca katliamları çok iyi bilmekteyiz.
Birinci dünya paylaşım savaşında halkımız İslam dini için yüzbinlece insanını Osmanlı barbarlarına kurban etti ve koca cennet ülkenin dört parça olmasına sebep oldu. Ardından TC ve onun kuruyucusu soyu-sopu beli olmayan bir diktatör’e inanan bu halk, o zalim faşist diktatör 1921-22’de Koçkiri, 1925’te Piran, 1927-32 arası Ağrı ve Zilan, 1937-38 Dersim’de yüzbinlece insanımızı, hatta ana karnındaki bebeklerimizi vahşiyane bir şekilde katletti, ne yazıkki bu halk gerçek, aziz kardeşlik duygusuyla bir araya gelip birleşmeyi bilemedi ve beceremedi. Herkes “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” dedi, ama o yılan her “Kürd’üm” diyenin kanına zehirini şırınga etti ve bugün de ediyor. Biri yüzbinlerce atalarını kılıç zoruyla kendine benzeten çöl Arap Muhammed’i imdada çağırırken, bir diğeri de, onbinlerce Kürdü Zülfikâr adlı kılıcıyla kesenn katil Ali’yi ve onun iki oğlunu, dokuz torununu, yani sözümona on iki İmam’ı çağırıyordu; ama o içten çağrı ve feryada ne Muhammed geliyordu ve ne de Ali, iki oğlu ve dokuz torunu. Güney parçamızda “Enfal” denilen olayda faşist Saddam bir günde 182.000 insanımızı katledip Arap çöl kumuna gömerken, Helebce’de kimyasal zehirli gazlarla 6000 insanımızı bir saat içerisinde yok edip, 10.000’ni de sakat bırakırken, yine o parçadaki kardeşlerimiz atalarının ölen katilini imdada çağırdı, ama onlar çoktan toprak olmuşlardı her canlı varlık gibi. !978’de Maraş’ta yine Ali’yi çağıran çok Kürd oldu, ama Ali yoktu. Tıpkı ölen babam Ali gibi. Dedemde kendi atalarını katleden zalimin ismini oğluna vermişti ve halen de vermekte israr eden yüzbinlerce Kürd var. Ax li serê min. Dostunu, düşmanını tanımayan zavallı halkım.
Sevgili okuyucu, gerçek insani-kâmil ruhunu taşıyan kardeşlerim, bunları niçin uzun-uzun yazarak başınızı allak-bullak ediyorum?.
Mutlaka bir sebebi olmalı değil mi?
Yukarıda “Dünya bir kutunun içine girmiş, herkes o kutuyu cebinde taşıyor” dedim değil mi?.
Evet bu bir gerçek. Bugünkü dünyamızın gerçek hali bu.
Ben bir Dersimli Kürd olarak 46 yıldan beri dünyanın Güney kutbu, Avustralya kıtasının Sydney kentin’de yaşamama rağmen, son 30 yıldan beri ülkemde olup biten her şeyden ve her haberden, haberdarım. Bu
haberleri bana ulaştıran, çağımızın iletişim araçları ve özellikle de İnternet.
Sevgili kardeşler, bildiğiniz gibi PKK 1984’te, sözümona kendi Kürd halkının esaret zincirlerini parçalamak için barbar Türk’e karşı savaşa başladı ve bu uğurda 50.000’den fazla genç insanımızın şehit olmasına, 4-5 bin köyümüzün yakılıp yıkılmasına, koca coğrafyamızın da tahrip olmasına sebep oldu. 5-6 milyon insanımız da yerini, yurdunu terk ederek düşman metropollerinde asimilasyon çarkının önünde sıraya girdi. 1990 sonrası 17 bin beyin insanımız faili-meçhul’e gittiği gibi, 17 bin gencimizde bu parti içinde faili meçhuller kervanına katıldı, bunların mezarları bile yok.
Ya 2015 yılının son aylarından bugünkü günümüze dek, anayurdumuz Kürdistan’ın Kuzey parçasında gelişen olaylar ve zalim barbar Türk ordusunun halkımız üzerinde uyguladığı zulüm ve vahşet?
Evet sevgili okuyucu kardeşlerim 10. Haziran, 2014’te DAİŞ’in Şengal ve Kobani’deki İslam’ı barbarlığı unutulmadan, bu kez devşirme Gürcü asıllı barbar Türk Devleti’nin Cumhurbaşkan’ı Recep Tayyip Erdoğan ve onunla her türlü vahşeti, zalimliği paylaşan Genel-kurbay Başkanı Hulusi, Kandil’deki PKK kurmaylarının İmralı ve HDP içindeki bazı uzantılarının direktifi ile Sılopi, Nuseybin, Cizre, Ceylanpınar, Diyarbekir Sur ve diğer bazı bir çok küçük kasabalarımızda, otuz yıldan beri zalim barbar Türk’ün asker ve polislerinin yaptıkları vahşet ve zulüm içinde büyüyen, bazı genç insanlarımızın kendilerini korumak için, -böyle deniliyor- kazdıkları hendekler nedeniyle zalim devletin bütün emniyet güçleri, ordunun, zalim barbar askerleri top, tüfek ve tüm ağır silahlarla halkımıza saldırmasına, yüzlerce genç, ihtiyar, kadın, gelin, kız ve bebeklerimizi katletmelerine, öldürülen bu insanlarımızın cenazelerinin gömülmesine bile müsaade etmeyen ve o öldürülen bu insanlarımızın ölü bedenlerini köpek, kuş, fare ve karıncalara yem eden zalim devletin bu zulmüne seyirci kalan tüm dünya insanlığına ve kendi öz halkına feryatla, “Hewar-hewar” deyip çağrı yapan, şahsen tanımadığım, fakat gıyaben tanıyıp saygı duyduğum, kitap ve makalelerini okuduğum Kürd kardeşim Mahmut Alınak’ın feryat ve hewar-hewar’ı içeren iki önemli yazısına cevap olarak bunları yazıyorum.
Sayın okuyucu kardeşlerim, kusura bakmayın, yazı biraz uzun olacak. Ne yapalım bizim derdimiz başkalarının derdine benzemez. Bizim derdimiz, dermanı bulunmayan bir kanser ve adis gibidir. İçimizdeki hastalık kurdu, bir başka kurttur. Bunun için de feryadımız, ağlayıp sızlamamız, ağıt ve mersiyelerimiz uzundur. Lütfen usandırıcı bulmayın, yapılan feryada, hewar-hewar’a kulak verin. Eğer inanıyorsanız insanüstü bir güce, lütfen, lütfen ona yalvarın ve: “Bu halkın feryadını duy, bu halka yardım et, bu halka biraz akıl-fikir ver, de ki birbirinizin kurdu olmayın, birbirinizi sevin, birlik olun, kardeş olun, dostunuzu, düşmanınızı tanıyın, Türk’ün, Arab’ın, Fars’ın kardeşliğine, İslam’ın kardeşliğine inanmayın, bunların egemenleri sizin düşmanınız. Kardeşlik bir biolojik olaydır. Halklar kardeş olmaz, dost olurlar. Dost olurlarsa kavga ve savaş da olmaz. İmralı’daki tutsak adamın dediklerine inanmayın, o bir esir, özgür değil, size kurtarıcı olmaz. Şu “Devlet-mevlet istemiyoruz” sloganınızdan vazgeçin. Unutmayın, nasılki bir ailede ana-baba olmadan, aile olamayacağı gibi, aynı dili konuşan, aynı kültür ve kaderi paylaşan, aynı coğrafyada oturan ve tarihe sahip olan toplumlarda devletsiz olamaz. Ekolojik ve ilkel yaşam biçimi onbinlerce yıl önceydi. Şimdi hiç bir insan ilkel yaşam biçimini sevmez, istemez. Siz devletsiz olduğunuz için size bu zulüm yapılıyor. Lütfen bu uğursuz istek ve sevdadan vazgeçin” deyin, deyin, deyin. Olur mu sayın okuyucular, sayın insansever insanlar.
Evet, müsaadenizle şimdi de geleyim Sayın Mahmut Alınak kardeşimin iki makalesine. İkisini de olduğu gibi aşağıya alıyor, sonunda da ona verdiğim yanıtı yazacağım, yorum yapmayı da size bırakıyorum.
Evet, sayın Mahmut kardeşimin bir makalesinin içeriği, insanca tavsiyelerle dolu. Başlık ise şöyle:
EY TAYYİP ERDOĞAN!
Bir insan ne kadar baskıcı ve saldırgansa, pisikoloji bilimi o insanın o derece korkak olduğunu söyler. Korkaklar tavşanlar kadar ödlektirler ama ödlekliklerini perdelemek için saldırgan davranışlar sergilerler.
Cesur insanların karekterinde saldırganlık yoktur; derin bir güven duygusu içindedirler. Sorunlara ve zorluklara bu güven duygusuyla yaklaşırlar. Bu nedenle durgun bir deniz gibi sakindirler; güç
gösterisine girişmeyi utanç verici bulurlar. Uzmanlar, kavgacı insanların, katillerin ve diktatörlerin kendilerine güven duymayan korkak tipler olduğunu söylerler.
Tayyip Erdoğan!
Senin cesaret dereceni ölçecek değilim; ama şundan eminim, sana dünyaları dahi verseler, hatta Ay’ı ve Mars’ı da bağışlasalar, etrafta kuş uçurtmayan o silahlı korumaların olmadan, onları siper almadan kapandığın Ak Saray’dan burnunu dahi dışarı çıkaramazsın.
Tarih ve sosyolojik gerçekleri ayaklar altına alarak mazlum Kürd halkına savaş açtın. Aslında haklarını arasalar, devletin katliamcı zulmünü, Kürdlerle aynı boyunduruk altında olan Türk halkının ve diğer halkların üstünede yağdırırsın. Eserinle övünebilirsin; kanın akmadığı, ölümlerin olmadığı gün yok. Polis ordusu meydanlarda gösteri yapan savaş karşıtlarına dünyayı dar ediyor.
Bu asker ve polis ordusuyla korunan Ak Saray’da savaş nutukları atmak ve fakir çocuklarını ölüm çukuruna atmak kolaydır. Cesaretin varsa ve fitilini ateşlediğin savaşın haklılığına inanıyorsan, önünü tutan yok, giy başına miğferi, al eline silahı, git Sur, Cizre, Nuseybin ve İdil’de asker ve polislerin başında savaş. Ya bu yürekliliği göster, ya da o gençlerin söndürdüğün zavallı hayatlarından nemalanmayı bırak.
Tarihten örnek mi istiyorsun? Napolyon savaşta hep ordularının başındaydı. Hz. Muhammet elde kılıç savaş meydanlarındaydı. Fidel Castro ve Che Guevera gerilla güçlerini öne sürüp kuytulara saklanmıyorlardı, hep öndeydiler. Ya sen? -keşke biri bu soruyu Öcalan’a sorsa- (RÇ) Sende kurduğun sarayda yoksulların çocuklarını ölüme yollarken, mikrofonlarda bol keseden vatan, millet, şehit edebiyatı yapıyorsun.
Sana, “Harladığın bu savaş haklı bir savaşsa, o halde oğlun Bilal’ı gönder, O’da şehitler kervanında yerini alsın” deseler, gece yarısı da olsa oğlunu devlet uçağıyla Avrupa’ya uçurursun. Öyle ya seninki oğul,
başkalarınınki kurbanlık koyun.
Ey Tayyip Erdoğan
Şunu bilmeni isterim ki, dalgalarını köpürtüp durduğun bu savaş sonuçsuz bir savaştır. Zulüm oldukça, zulme karşı çıkanlar hep olacaktır. Çok kan aktı, çok can gitti, şehirler yerle bir oldu. Ben “Öteki dünyada bunun hesabı sorulur” demiyorum. Hesap sorulacak yer burasıdır. Ümidim sen sağken,, sana ve senin savaş kurmayına bu dünyada hesap sorulmalıdır. Şimdi devlet korumasındaki kürsülerde dört bir yana bangır-bangır bağırıyorsun. O hesap günü, oturacağın sanık sandalyesinde yüzün kefen beyazına dönmüş bir halde ağzının nasıl kuruduğunu ve nasıl kekelediğini görmek bana sonsuz bir haz
verecektir.
Mahmut kardeşimin ikinci makalesi.
DÜNYAYI SARSMAK
Tayyip Erdoğan’ın başında olduğu holdingler ve yüksek bürokatlar devleti Cizre, Sur, İdil, Dargeçit, Sılopi ve Nuseybin’de bebekleri öldürdü, yaşlı, genç, çocuk ayırmadan katliam yaptı. Öldürdüğü kadınları çırılçıplak teşhir ederek bizlere, insanlığa, tüm dünyaya meydan okudu. Şehirleri bombalayarak harabeye çevirdi, topraklarımızı kan gölleri ile kızıla boyadı.
Ve biz…Evet, biz kanımız donmuş bir halde devletin bu azgın saldırganlığını bir korku filmi gibi seyrediyoruz. Farkında değilizki, o ruhumuza, onurumuza ve şerefimize tecavüz ediliyor. Tecavüze uğruyoruz ama yine de kımıldamıyor ve bir tepki vermiyoruz. Bu cinnet karşısında bir duvar kadar hissiz ve bir mezar taşı kadar acınasız bir haldeyiz. Sadece ağlaşıyoruz. Biz ağlayıp sızladıkça Tayyip Erdoğan devleti suskunluğumuzdan aldığı cesaretle Genelkurmay’ı, polis ordusu ve özel timleri ile daha bir hınçla, daha bir şehvetle kişiliğimize, ruhumuza tecavüz etmeye devam ediyor. Sözde övünüp dururuz -devrim
yapmışız değil mi?- (RÇ) namus ve şerefimizle; oysa namusumuz ve şerefimiz, haysiyetimiz ayaklar altında yatıyor yerde kan gölleri yanı başında.
Şu sıvazlaşmış düşmanlığa bir bakın! Dün HDP Van milletvekili Adem Gever’in aracı hava-alanı VİP parkına alınmadı ve bunu protesto eden milletvekili polislerce yerde acı bir şekilde hırpalandı. Milletvekili
Gever “Allah rızası, din, iman diyoruz, gördüğümüz muameleye bak. Bakan gelsin selam vereceğim gitsin…” diye feryat ediyordu. O iç yakan haykırış bir tokat gibi indi suratımıza. -milyonlarca tokat
yedik, öldürüldük Mamo Can, aklımız başımıza gelmedi- (RÇ)
Bir ses… Bizi yattığımız miskinlik uykusundan uyandıracak, uyandırıp coşkun ırmaklar gibi ayağa kaldırcak temiz bir sese ihtiyacımız var. -Kandil ve İmralı’da hergün o ses geliyor, yetmez mi?- (RÇ) Ey vicdanı temiz insanlar, o ses sizin cesur sesinizdir. -O ses’i Türk’ten arama Mamo Can- (RÇ)
Devlet “Terörist” diye katlederken halkı, biz düşmeliydik halkın önüne, yürüyüp yüzbinler ve milyonlarla akmalıydık omuz omuza sınır kapılarının önüne; silkeler gibi bir ağacı, silkelemeliydik Tayyip Erdoğan ve dünya devletinin tahtını. Yardıma çağırmalıydık ezilen kardeş dünya halklarını. -Mamo Can, bu binlece yıllık bir hayal. Ezilenlerin her biri bir Spartaküs olmaları gerekir, ki bu yine bence boş bir hayal- (RÇ).
Çok geç kalmadıysak da yine yapılacak çok iş var.
On kişi, yirmi kişi de olsak dayanmalıyız dünyanın kapısına. Yürüdüğümüzde sınır kapılarına, halkımız anlayacak bizim ne yapmak istediğimizi. Selamlayacak mazlum dünya halkları kardeşçe bizi.-koca Avustralya’da sadece iki genç- (RÇ) Ayaklarımızın gümbürtüsü duyulmalı yerin yedi kat altında, sesimiz şaklamalı göğün en yüksek tavanında. Hakkı yok hiçbir zorbanın bizi bu zilletle yaşatmaya. İstemiyoruz,
reddediyoruz zulme seyirci kesildiğimiz bu utandırıcı hayatı. Paramparça edeceğiz bizi esir alan korku zincirlerini.
Ey namus ve şeref sahipleri, biz istesek bu zulmü yenebiliriz, gücümüz ve kudretimiz var buna. Onlar bir avuç, biz milyonlarız. Çelikten bir kaledir aslında kudretimiz.
Zulüm baki değil, makûmdur yenilmeye. Tek bir şeye ihtiyacımız var. İnanmak, inanmak, inanmak. Gelin, elimizde zulme isyan bayraklarıyla yürüyelim sınır kapılarına. Gelin, ülkemizin özgürlük türküleri ile şenlendiği ve zorbaların kuytuluklara kaçıp saklandıkları muzaffer günleri müjdeliyelim halkımıza. -çok isterdim- (RÇ)
Evet, Sayın Mahmut kardeşimin bu feryat içerikli iki makalesi.
Şimdi de gelelim benim ona cevabıma.
Merhaba Mamo Can! 15-2-2016 Sydney Feryat, hewar-hewar î içeren iki yazını okurken hüngür hüngür ağladım. Bir ömür bu feyatla bitiyor; iki önemli istek için ez gorî. Yaş oldu 81. Bir: Dünya’daki tüm ezilen sınıfların, dostıunu, düşmanlarını tanımamaları; ikincisi ise dünya insanlık tarihinde en-çok zulüm gören
halkım, Kürd halkının, dostu düşmanından ayırdetmemesi beni son derece üzüyor. Çocuklarımızın, ana, bacı, bebek ve ihtiyarlarımızın feryatları doğup büyüdüğüm anayurdum Kürdistan’da bir Atom füzesi gibi
gelip beynimi parçalayarak, darmadağın ediyor. Ayrıca bu kadar zulmü gören bir insan topluluğu olan biz Kürdler neden böyleyiz? Neden ortak düşmana karşı bir araya gelip birleşemiyoruz? Neden hep düşman’ın elindeki hançer, kılıç, tüfek, top oluyoruz? Neden biz hep düşmanın kahramanı olurken, kendi halkımızın kahramanı olamıyoruz? Neden bu denli onursuzluğu sineye çekiyoruz? Nariman, oğlu Zal, torunu Rüstem, yaşadıkları çağda dünyanın en güçlü insanı ve kahramanı idiler; kime kahramanlık yaptılar bunlar bıra can? Yeğenimiz Kiryos’un, hain Harpagos’un yardımıyla kurduğu Pers devletine ve Pers halkına değil mi? Ya dünyaca kahramanlığı ve mertliğiyle sözümona tanınan, 12’inci yüzyılın Selahaddin î Eyûbî’ye ne diyeceğiz? İnandığı morfin olan İslam dini için namusumuzu ve tüm varlığımızı götürüp Mısır’daki Halife’ye teslim eden zata? Ya Lozan konferansına 72 imzalı mektup gönderen alçaklara ne sıfat vereceğiz? Ya bêbav Kör Mısto’ya kanan “Biz Türklerle İslam kardeşiz, Mustafa Kemal bize söz verdi, Kürdistan’ı bize kurdurtacak, bu sözünü yerine getirmezse, halkımız Kürd halkı kendi bilek gücü ile Kürdistan’ı kuracaktır” diyen Abdulkadîr î Geylani’ye, Kör Hüseyin Paşa’ya: “Sakın Halit Beye
kanarak Türk İslam kardeşinle savaşma, biz onlarla İslam kardeşiz, İslam, İslam’ı öldürmez” diyen Seid î Nursî ve bugün bile onun gibi düşünenlere ne diyeceğiz? Ya 1977’den sonra meydana çıkan kara kaşlı,
kara gözlü -yeni Astiyagers-delikanlı halkımıza: “Özgür, Bağımsız, Birleşik Büyük Sosyalist Kürdistan” armağan edeceğini söyleyip zalim Türk devleti ile savaşa giren, bu uğursuz savaşta onbinlerce gencimizin ölümüne, koca coğrafyamızın tahrip olmasına, 4-5 bin köyümüzün yakılıp, yıkılıp viran ve insansızlaşmasına, 5-6 milyon insanımızı düşman metropollerindeki asimilasyon çarkının önüne
atmasına sebep olan, bir oyun sonucu yakalandıktan sonra da “Yanlış yaptım, benim annem Türk, her türlü hizmete hazırım, Ulus Devlet’in miadi dolmuştur. Ulus Devlet baskı organıdır” bir xulamı da: “Biz devlet denen şeyi çöp kutusuna attık” diyen bu kişilere ne diyeceğiz ve ne ad vereceğiz? Axxxxxxx Mamo Can kahroluyorum kahr. Bu güçler “Halk savaşı” diyorlar, ama halk savaşta yok. Sur’da Sılopi’de,
Nuseybin’de, Cizre’de, İdil’de ve daha bir çok köy ve küçük kasabalarımızda insanlarımız, çoluk-çocuk, bebek, genç, ihtiyar, ana ve bacılarımız katledilirken iki milyonluk koca şehir Amed’de bırak yüzbinleri, bir kaç bin kişinin cadde ve sokaklarda zalim Türk barbarlığını protesto edeceğini bile gören yok. Söyle benim şeker kardeşim, denilen “Halk savaşı” böyle mi olur? Amed’deki dostuma telefon edip soruyorum, bana “Halk savaş içinde yok. Bu belirli kızgın gençlerin zalim devlet ile savaşı” diyor. Köyüme telefon edip soruyorum köylüm “Vallahi bizim burada birşey yok, PKK ile devlet savaşıyor, ama genel halk değil” diyor.
Evet Mamo Can, durum bu. Söyler misin Gandi böyle mi halkını örgütlemişti? Ya Ulusal Kurtuluş Savaşı veren tüm halklar? Neden bu halktan bir Gandi, bir Hoşimi, bir Mao ve Mandela gibi bir lider çıkmıyor? Sahiden kölelik ruhali beyin, tüm hücre ve kan damarlarımıza şırınga ile mi sokulmuş? Neden bu halk böyle? Neden bu halktan herkes illa da baş olmak istiyor? Yahu baş olmak o kadar mı önemli? Önce
insan gibi insan olacaksın. Çocuğunu başkasının çocuğundan önce sevmesini bileceksin. Çünkü o senin kanından vücut bulmuştur; sonra da bütün beşeriyeti, yani dünya insanlarını kendin gibi insan görüp saygı duyacaksın. İlginçtir biz bunu yapmıyoruz, neden? Neden her sabah doğan güneşe karşı el-avuç açarak “Ya Rebê Alemê risk bide 72 gelan, dûra jî bide me”. Neden her sabah bu dua’yı dünya insanları için Allah’a yalvarırken, kendimiz için yalvarmıyoruz? Neden hep sonradan biz? Doğrusu şaşıyorum bu lanetli huy ve duygumuza.
Evet Mamo Can, derd pirr e, lê derman tune. Tanrı-manrıya inanmam, lê eğer varsa insanüstü görünmeyen bir güç, bu derdimize bir derman, dermanı da beyin, tüm hücre ve kan damarlarımıza şırınga ile damla-damla damlatacak bir Loqman î Hekîm ve bir de bu halka, halkını seven, kendi halkının çıkarını, kendi çıkarının önüne koyan, yürekten dört-dörtlük bir insani kâmil, önce halkını, sonra da tüm insanlık dünyasını seven bir lider versin diyorum.
Mamo Can, yazıya son vermeden, 1995 yılında yazdığım ve aynı yılda burada yayınlanan “Türkiyeli Emekçiler Destanı” adlı şiir kitabımda 21 dörtlükten oluşan bir uzun şiirimin son dörtlüğüyle yazıya son
vereyim diyor, tüm okuyuculardan da özür dilerim. Zira yazı uzun oldu. Ne yapayım alışkanlığm bu. Sevmem kısa hikâye ve kitapları.
Dörtlük şöyle:
Rıza’yım yazdım gerçeği
Severim gülü, çiçeği
Evinden kaçan köpeği
El evinde havlar gördüm.
Em in ev gela. Okuyucular beni bağışlasın. Söyleyene değil, söyletene, yazana değil yazdırana bakın. Saygılar.
Not: Sevgili okuyucular, düşman diliyle yazdığım her yazıda, ıstırap çekerek yazıyorum. Çünkü biliyorum Kürdçe yazıları okuyan çok az insan var. Bu halkı bu duruma getiren güce bin lanet.