Seçime o kadar az kaldı ki, belki de hiç kimseye bu yazı ulaşmadan oylarınızı kullanmış olacaksınız. Gene de göle yoğurt çalmak lazım. Gene de geç kalmış da olsa bu tür hatırlatmalar gerekli; ne de olsa her hatırlatma biraz hatırlama çağrısıdır.
Yarın seçime gidiyoruz.
Hatırlayalım:
Zorba ve tapınmacıları kendilerine tapınacak, (şimdilerde çekirdek %25 civarında oya ulaşan) “yığın” oy desteğini Gülen cemaatinin uzun yıllar bu ülkenin bürokrasisindeki gücünü de arkasına alarak elde etmişti. Paraya tapınan işbitiricilerle, gönül okşayıcı maneviyat tapınmacılarının işbirliği, tam da bu ülkenin ortalama insanının tıynetine hitap etmiş; bir yandan para için her yolu mübah gören(örneğin kızını başlık parasına satabilen, yada komşunun dul karısını ‘hatır için koynuna alan’) öte yandan dinsel değerleri için adam öldürecek kadar kendini ahlaklı sanan tıynetteki ortasınıf ve yoksul kesimin oylarıyla kendilerini iktidara taşımışlardı.
Toplumun orta-alt sınıf (Marksist sınıf söylemlerinden uzak yazıyorum- bu marksist sınıf söylemini doğru bulmadığım anlamına gelmesin) ikiyüzlülüğüyle ikiyüzlü biçimde bağ kuran bu koalisyon, 11 yıllık ortak iktidar dönemlerinde bu ülkenin değerli adledilen neyi varsa yağmalamıştı:
Mesela, kimseyle paylaşılmayan askeri sırların olduğu kozmik odaya bu cemaatin düzmece tutanaklarıyla ve komplolarıyla girmiş; yargıda hukuk dışı bir çok eylemi ve “askeri vesayeti yıkıyoruz” dedikleri bir çok olayı, Ümraniye’de bir gecekonduda bulduklarını iddia ettikleri el bombalarından başlayarak İstanbul’un ormanlarında havan toplarına uzanan bir çok kurgusal/düzmece olaya operasyonlarla başlatmışlardı. Hani, bunların ne mene bişey olduğun kamuoyuna açıklasalar ve iktidarın kendilerinden önce yaptıkları kötülükleri deşifre etseler gam değil…. Ama bunları yapmadılar, sadece kozmik odaya girdiler, sırları (ç)aldılar ve o sırlarla yaşıyorlar; (yazık her sırrın bir zehir olduğunu ve kendilerini de ağulayacağını henüz bilmiyorler. Bilmiyorlar ki bir sırra vakıf olmak aynı zamanda bir sırrın kötülüğünün taşıyıcısı olmak demektir)
Mesela Irak’da ABD askeri müdahalesini bu koalisyon aracılığı ile meşrulaştırmıştı. Bırakın sol bir iktidarı, ortalama sağ bir iktidar döneminde bile “Müslüman kanını döktürmeyiz “ diyerek, Cuma günleri camilerde çıkıp ortalığı yalancı bir velveleye verecek gürühu, bu koalisyon aracılığı ile sanki ortadoğuda her şey yolunda gidiyormuş gibi bir illüzyonun için çekmişlerdi…
Ve mesela, “Kürtlerde Müslüman” diyerek hem Kürtlerle barışmayı, bu anlamda A. Öcalan’la açıktan görüşmeyi kamuoyuna deklere etmiş ve bunun doğru olduğuna epey bir cepheyi inandırmış ama Kürtler için “bunlar Zerdüşt” diyerek Kürtleri aşağılamayı aynı anda, sanki ikisini de yapan hem kendileriymiş ve hem kendileri değilmiş gibi hareket etmeyi becerebilmiş, hem kendileri bu işlerin kahramanı hem de yer geldiğinde bu işlerde mağdur olan ama gene kahraman olmaya devam eden kesimler olarak topluma sunmayı becerebilmişlerdi.
Bu süreçte orta sınıf temsilcisi olan “liberal demokrat aydınlar” kendi sınıflarına ihanet etmemiş, bu koalisyonu desteklemişlerdi. Onların ufku koalisyonun ufku kadar olduğundan ve daha ötesini göremediklerinden iktidarın dar ufkunu genişletememişlerdi. Bu noktada iktidarın gazabından ilk liberal yazarlar nasibini almış; zorbaya tam boyun eğenler ikballendirilmiş, azcık eleştiri yapanlar ikballerinden edilmişti. Derken AB desteğine ihtiyaç daha fazla hasıl olmuş, bu noktada iktidarın imdadına “yarı solcuları” yetişmişti. Lakin yaşamın her alanına zorbanın diktatoryal eğilimleri damgasını vurmaya başlayınca; yani, kızlı erkekli muhabbetleri zorbanın dilinden siynik bir anlama bürününce; yani, kadın mıdır kız mıdır bilemem gibi cümlelerle kendisini bekaret kontrolcüsü tayin edince; üç çocuk, hadi yetmez beş çocuk diyerek kimin hangi oranda seks yapacağına ve her sevişmenin ne kadarının çocukla sonuçlanması gerektiğine muktedir karar vermeye kalkışınca; ve bunlarla yetinmeyip, tecavüze uğrasalar bile doğursunlar devlet bakar gibi cins ayrımcı söylemleri avanelerinin dilinden seslendirince ve de giderek şehir içlerinde içki içmek yasak türünden herkesi kapsayan yasakları üst üste sanki tanrı emrini vahyediyor edasıyla dillendirince…. Ve bunlara şeriat geliyor diye “kentli insanının” korkuları eklenince, Geziyle başlayan ve giderek kendi yaşam alanlarını korumak için genişleyen bir “direniş hattı” örüldü. Bu hat iktidarı ürküttü. Bu hat tüm kartların yeniden karılmasına yol açtı ve ne olduysa ondan sonra oldu.
Bu saatten sonra, iktidar da kendi içinde iç hesaplaşmaya girişti.
İktidar totaliter yüzünü gösterdikçe, direniş de şekillendi… iktidar size yasak dedikçe, canı pahasına özgürlüğünü savunan gençler türküler söyledi ve zorbanın kırbacı türkülere çarptı. Bu çarpmadan zorba derin yara aldı. Ülkeyi yeniden ekmeğini üleşen kadim gençler doldurmuştu: Ekmeği ve hayatı üleşen insanlardan ürktü i zorba ve taifesi. Ürktükçe zalim, zulmünü genişletti. Zulüm genişledikçe, söylemleri değişti zorbanın. Ne de olsa zorba ve taifesinin gideceği menzilde demokrasi sadece bir trendi. Bu başkaldırı, bu zorba iktidarın en azından bir kısmının trenden inme zamanlarının geldiğini göstermişti… Lakin, “zorba koalisyon”u arasında trenden ne zaman inileceğine dair görüş ayrılıkları belirmişti.
Koalisyonun ipleri bundan sonra koptu. İktidar bundan sonra bir daha kendini ortaklık yaptığı hiç kimsenin gözünde meşrulaştıramadı… İktidar denilen o melun şey, kendini sürekli yedeklediği güçlerle meşrulaştırdığını binyıllardır bildiğinden, cemaatle koalisyon yaptığı zamanlarda bile bir yandan Kürt kartına oynadı, bir yandan koalisyon ortağı olan Gülen cemaatinin televizyonlarına Kürtleri katil gösteren filmler yaptırdı. Böylelikle kürtleri düşmanlaştıran cemaatle devam etmek zorunda kalırsa kürt Müslümanlarla yol arkadaşlığına helal gelmeyecek, “laik” kürtlerle devam etmek zorunda kalırsa “biz değil cemaat sizi kötüleştirdi” diyebilecek manevra alanı kazandı. 17-25 aralık yolsuzluk kasetlerini “cemaat sızdırınca”, önceden beri flörtleştiği kürt kartıyla AKP ve “başzorba” yeniden başbaşa kaldı ve Kürtlerle açıktan barışı “konjüktürel olarak” zorladı.
Ne var ki, bu barış çağrısı sahteydi. Bu barış çağrısı günü kurtarmak için yapılmıştı.
Buna rağmen savaştan bıkmış, hatta savaş olmasın diye ömrünün ahır zamanında köşesine çekilmiş, savaşa çanak tutmayım diye o sıralar devrim türküleri bile söylememiş insanlar, salt savaş olmasın diye, barış olmasa bile savaş durmuşken bu durmuşluk hali sonsuza kadar sürsün diye barış koşullarını zorlamış, barış içinde kalalım diye önlerine yem olarak sürülen askerleri bile kışlalarına teslim etmişlerdi. Buna rağmen başzorba, 7 haziran seçimlerinde iktidarını kaybedince bu ülkeyi savaşa zorladı/zorluyor…
**********
Sadece kendi kötülüğünden beslenen, kötülük olmazsa kendisinin yok olacağını bilen zorbalık bizi önce Suruç’da 34 genç arkadaşımızı katlederek “savaş içine çekmek” ve barışseverliğimizi teslim almak istedi.
Suruç’ta katledilen 34 genç insanımızın yasını, barış türküleri söyleyerek tuttuk; türkülerle savaşa karşı barışı savunduk, direndik. Savaşmayı bilmediğimizden değil, barışı en yüce değer bildiğimizden dolayı barışsever olarak yoldaşlarımızın cesetlerini sessizce atatopraklarına barışçıl türkülerle gömdük.
Bu ülke en kötü günlerinden geçerken barışa ses vermek için ülkenin başkentinde 106 yolarkadaşımızın ölümüne tanıklık ettik; “onlar öldü biz yaşıyoruz” diye utanç duyduk… Ellerimizle saçlarımızın arasına gökten yağan yoldaşlarımızın bedenlerinin parçalarını topladık, kendimizi gerçeküstü bir senaryonun bir parçası sandık, yine de yeni ölümlere davetiye çıkarmadık, başka başka illerde parti propagandası yapmadık… Seçim propagandası için dolaşan düşmüş başbakanın “bombalardan sonra oylarımız yükseldi” diyen sesini duyduk; insanın sadece başbakan olarak değil insan olarak da düşmüşlüğünün son halesi olarak bu sesi kabul ettik, üstüne gitmedik/gidemedik…
“düşmüş başbakanın” sözlerini politika bilmezliğine verdik, acımızın içimize gömdük, barışa helal gelmesin istedik ve direndik… O gün göz bebeklerimiz dondu, gözlerimizi kırpamadan uzaklara, çok uzaklara baktık. Ölüm yanımızdan yöremizden geçmişti ve lanet olsun neden bize değmemişti diyerek kendimize öfkelendik, ama silah elimize almadık, kimseyi öldürmedik; barış için bedel buymuş deyip, nefes alırsak “mutlu yaşadığımızı” düşünür kendilerine yeni iktidar alanı yaratırlar diye soluğumuzu sevdalılarımızdan bile sakladık ve direndik…
Tüm bunları bu ülkenin insanının bu kadar berraklıkta bile görme özürlü olduğunu bilmiyoruz diye yaptık sanmayın… Bunları bildik ve sbu ülkenin geniş çoğunluğunun bunları görmesiklerini, duymadıklarını, bilmediklerini de bildik… Siz de bilin ki biz bunları ve sizin bunları görmediğinizi, bilmediğinizi, duymadığınızı ve keza bilseniz duysanız görseniz bile inanmayacağınızı bilerek böyle yaşadık…
Siz küçük çıkarlarınız peşinden koşarken, biz barış için çok öldük…. Her ölen yol arkadaşımız için gırtlak yakan ağıtlar yaktık. Biz bu ağıtları yakarken mesela siz sivas ta diri diri yaktınız bizi,Kızıldere de bir köy evinde, Nurhak ta dağ zirvesinde, Diyarbekir cezaevinde dörtlerin gecesinde… Ben siz ene diyim, daha dün kadar erkende, İstanbul’da Armutlu’da Dilek Doğan’ın bedeninde bize kininizi kurşunlarla kustunuz… Gerisini söylemeyim…
Şimdi sizden ne isteyebilirim ki ben… yarın benim kaderim oylanacak, sizin kaderleriniz çoktan oylanmış zaten… yarın benim kaderim sizin ellerinizde şekillenecek; bu öyle hazin, öyle kahredici ki… Yarın, hala barışseverler olarak bu zorbalığa kendimiz için (hem de, sizde daha kötü günler görmeyeseniz diye) sandıklarda direneceğiz biz, bu ülke bir kez daha çok fazla kötülük görmesin diye sahipleneceğiz sandığı…
Yeni ağıtlar yakılmasın diye ülkemde, yeni “blok ölümleri” görmesin diye bu ülke, kendi adıma; oyum HDP ye….