Her horoz kendi çöplüğünde ötmesine öter de, zamansız öten horoz ise kimi zaman bunu canıyla öder, hele çöplük de kendi çöplüğü değilse…
Son günlerde Türkiye’de olup bitenlere bakıldığında, bu sözün sanki DTP’li parlamenterler için söylendiği inancı gelişiyor insanda.
Daha işin başından kendileri için belirlenen kurallara göre hareket edeceklerini ilan edip, söylediklerine uygun davranmalarına rağmen, hem kendi çöplüklerinin hem de gittikleri çöplüğün kahyalarından azar üzerine azar işitiyorlar.
Bu nedenle şaşkın ördekler gibi, cami ile kilise arasında dönüp dolaşıyorlar…
Örneğin İmralı süreciyle birlikte yıldızı parlayan Aysel Tuğluk, seçim öncesi kendisine dikte ettirilen bir yazısında Güney Kürdistanı Türkiye’nin bir parçası olarak nitelendiriyor ve Türk ordusunuun buraya müdahalesini doğal buluyordu…
Güney konusunda orduyla aynı paralelde beyanat vermesi bile işe yaramadı, milletvekilliği tehlike de…
Kürtlerin oylarıyla milletvekili olan „sosyalist“ Ufuk Uras, ilk demecinde Mustafa Kemal’in meclisine seçilmiş olmaktan gurur duyduğunu, heyecanla belirtiyordu.
Şu an ise yalnızları oynuyor, ne oy aldığı Kürtlerle barışık, ne de yuvasıyla… Devletle rası ise, limoni…
Her devrin adamı olmayı üstalıkla beceren Sırrı Sakık, yine har zamanki ataklığıyla bayrak yarışına çok hızlı başladı, Türk milli maçlarına gideceklerini, milli marşı okuyacaklarını ve hatta milli takıma moral vermek için sesleri çıkabildiği ölçüde tezahüratta bulanacaklarını tüm Türkiye’ye ilan etti. Ancak renkli kıravatıyla kulaç atmaya kalkışınca İmralı yakınlarındaki ulusal sullarda boğulma tehlikesi geçirince, sesi sedası kesildi…
Her koşulda iki ayak üstüne düşme becerisini gösteren Kürtlerin Ahmet Abisi ise, ne kadar uzlaşmacı olduğunu kanıtlamak için Bahçeli’nin önünde başını ayağına değdirerek, Türkiye’nin birlik ve bütünlüğüne ne kadar bağlı olduğunu gösterdi.
Bununla da yetimeyerek, 30 Ağustos zafer bayramı nedeniyle Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın düzenlediği resepsiyona davet edilmedikleri için, Türk Genelkurmay Başkanlığı’nın bölücülük yaptığını el aleme ilan etti.
Ama ne İmralı’ya ne de Genelkurmay’a yaranamadı.
Tabi anında her iki taraftan da azarlandı, anlayabildiyse…
Aslında söyledikleri, İmralı’nın görüşleri olmasına rağmen, danışmadan söylediği için, ordan „daha kişilikli olun“ uyarısıyla sarsıldı Ahmet Türk…
Kara Kuvetleri Komutanı Başbuğ’dan ise, „Biz teröristleri muhatap almıyoruz…“ cevabını aldı.
Bunun üzerine çiçeği burnunda Selehattin Demirtaş ise, „Terörist lafını üzerimize almadık“ diyerek, genç yaşına rağmen poltik hünerini konuşturdu…
Ancak bu mahcubiyet bile onlanları bertaraf edemedı…
Üstüne üstlük, Grupbaşkanı olarak Ahmet Türk; „Başbakan Erdoğan ile İmralı aynı şeyi söylüyorlar“ deyip topu derin devletin kucağına attı. Ancak bu paslaşma onu bir kez daha kurtarır mı bilemiyorum…
Ancak bildiğim bir şey var ki, kimin kime karşı oynadığı belirsiz olan bu maçın uzatmaya kalamayacağı. Sonucu ise, herkesçe tahmin ediliyor…
Tahmin edilenden farklı sonuçlanması için, ne yazik ki DTP’li takımın önünde duran fazla seçenek yok.
Ya Atatürk’ün meclisinde Atatürkçülere rağmen temsil ettikleri kitlenin özlem ve taleplerini, kendi iradeleri doğrultusunda seslendirip, o söylemlerin arkasında adam gibi duracaklar, ya da yakalarına zevk ve heyecanla taktıkları meclis rozetini çıkartıp, göğüslerine bir newroz çiçeğini iliştirip Kürt halkının sinesine dönecekler…
Tercih yapmaları zor, ama zor olduğu kadar da zorunlu…
Aksi takdirde ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranırlar…
4 Ekim 2007
firataras@navkurd.net