Bir ülkede adaletten sorumlu bir savcı, o ülkeyi korumakla görevli bekçilerden biri hakkında dava açıyor. Dava nedeni, davalı bekçinin, süçüstü yakalanan başka bir bekçiyi korumak ve kollamak.
Savcı, günübirlik yaptığı bu görevinden dolayı, bir anda ülkede yayınlanan günlük gazetelerin manşetlerini süsledi. Tüm televizyon kanalları da onu günlerce, ana haber bültenlerinin flaş haberi olarak verdiler.
Gazete ve televizyonlar, savcının yaptığı işinden çok, onun kimliğini sorguladılar. Kimin ve hangi gizli güç odaklarının etkisiyle sözkonusu davayı açtığını ve bu yaptıklarıyla kime/kimlere hizmet ettiğini günlerce tartıştılar, hala da tartışıyorlar.
Sadece medya değil, siyasi partiler, mesleki örgütler, hatta hukukçular bile bu koroya katıldılar. Kimileri savcıyı „terör örgütü“nün bir yandaşı hatta hizmetçisi, kimileri onu siyasal iktidarın yeminli bir militanı, kimileri de onu ordu düşmanı bir tarikat üyesi olarak değerlendirdi.
Oysa düne kadar aynı işi yapmış ve ülkenin diğer vatandaşları hakkında sözkonusu davaya benzer binlerce dava açmıştı. Ne kimse bu davalardan sözetmiş ne de bu davalardan dolayı medyaya yansımıştı.
Peki onu ülkenin gündemine taşıyan asıl sebep neydi?
Yanlış bir iş mi yapmıştı?
Ya da mesleki kurallarını ihlal eden hukuk dışı bir olaya mı karışmıştı?
Actığı davayla insan haklarını mı ihlal etmişti?
Bunların hiç birisi değil..
Savcıyı gündeme taşıyan şey, dava açtığı bekçinin kimliği ve rütbesiydi. Üstelik davalıdan daha çok, her halükarda hak ve adaletten, toplumsal eşitlikten sözedenler itirazlarını dillendirdiler. Kendilerini korumakla görevli bekçiyi, kendileri korumaya başladılar.
Ezilen ve baskılanan kesimler ise, daha çok olayın magazin yönüyle ilgilendiler…
Adalet Bakanı da bu arada boş durmadı. Kendi savcısına destek vereceğine, kendi boyundan büyük işlerle uğraştığı için, hakkında idari soruşturma açarak, onu sorguya çekti.
Bekçiler topluluğunun muhtıra niteliğindeki açıklamasının ardından, hükümet alelacele toplanarak, davanın açılmasında önemli katkısı olan emniyet genel müdürlügü istihbarat daire başkanını görevden aldı. Ardından başbakanlık musteşarı Ömer Dinçer’in görevden alınacağı basına yansımaya başladı.
Bugün ise Basbakan Erdoğan dava konusu olan Yaşar Büyükkanıt’la iki saatlik bir görüşmenin ardından, paşasının Şemdinli olayıyla bir alakasının olmadığını ve bu işin dışında olduğunu söyleyerek, ustası Erbakan gibi safını belirledi. Bekçilere şirin görünmeyi hak ve adalete tercih eden Erdoğan, önümüzdeki süreçte Çankaya’ya çıksa bile, kendi iradesiye haraket edebilecek mi?
Eşinin başındaki türban sorununu çözemeyen bir başbakan, omuzu kalabalık bekçilere „paşam“ deyip el pençe durduğu sürece demokratik açılım yapabilecek mi?
Avrupa Birliği ile bütünleşme sürecine giren, birçok yasal düzenlemeyi yapan Türkiye’de rutin görevini yapan bir savcının, sivil kayalara carpması, demokrasinin önündeki engelin sadece omuzu kalabalık bekçiler olmadığını, onlardan daha çok beyinlerinde karakollar oluşturan hak ve adaleti salt kendileri için isteyen siviller olduğunu bir kez daha, hep birlikte yaşadık ve gördük.
Bu ülkede savcı ve hakimlerin kendi mesleki görevlerini özgürce ve mesleki kuralları çerçevesinde yapabilmeleri için, kaba kuvveti sembolize eden karakol ve kışlalardan önce beyinlerdeki görünmeyen karakolların yıkılması gerekir.
Bu ise, günübirlik bir iş olmadığı gibi, Erdoğan ve şurekasının yapabileceği bir iş de değil. Bunun için azimli bir mücadele ve sabır gerekir. Bu da yeni nesillerin evrensel kuralları esas alan bir eğitim ve ahlak anlayışı doğrultusunda yetiştirilmesiyle mümkündür.
Bu başarıldığı takdirde, görülen karakol ve kışlaları ortadan kaldırmak, klavyenin bir tuşuna basmak kadar kolay olacaktır.
25 Mart 2005