Îdari yapıllanması evrensel standartlardan yoksun olan ülkelerde, ekonomik ve toplumsal istikrar sarkaç gibidir. Türkiye gibi ülkelerde ise, bu denge daha çok askerlerin tavır ve davranışlarına göre şekil alır. Askerlerin, siyasal iktidarı hedefleyen tek bir sözleri bile, mevcut istikrarın doğal dengesinden uzaklaşması ve toplumda kaotik bir havanın egemen hale gelmesi için yeterli bir neden oluşturur. Ardından komplo teorileri, anıtkabir ziyaretleri ve süreç birilerini göreve çağırma korosuyla sonlanır.
Bu tabloyu dört gözle bekleyenler ise, firsatı kacırmadan, el altından ateşi körüklemeye adeta can atıyorlar. Tabii davete icap etmelerini haklı kılacak kimi yükleri omuzlamaları pahasına da olsa…
Türkiye’de yaşanan son olaylara bu çerçeveden bakıldığı zaman, olayların arkaplanını görmek ve anlamak daha olanaklı olur. Ancak bunun için toplumsal bir hafızaya sahip olmak gerekir. O hafızaya sahip olunmadığı zaman, her on yılda aynı tablo, aynı senaryolar ve kendini tekrarlayan darbeler…
Türkiye’de yaşanan yönetsel sorunların ana nedeni de yine militarist kesimin kendisini devletin ve ülkenin gerçek ve tek sahibi olarak görmesinden kaynaklanmakatadır. Yönetsel erkten uzaklaştıkları anda derin ilişkiler devreye girmekte.
Cumhuriyetin ilk çeyrek yüzyılı fiili olarak askeri diktatörlükle gecti. Bu süreçte olup bitenler, toplumsal hafızaya vakıf olanlar için sır değil.
Ekonomik, sosyal ve yönetsel anlamda sağlam bir altyapı oluşturamayan rejim belli bir süreçten sonra tıkandı, toplumsal sorunlara cevap vermekten uzaklaştı. Halk kitlelerine hizmetçi gözüyle yaklaşan askeri elit, dünyada yaşanan gelişmelere ayak uydurmak ve ülkenin yüzyüze geldiğı ekonomik ve toplumsal bunalımı aşmak için kısmi olarak da olsa, çareyi demokratik yöntemlerde aramaya başladı.
Ancak ilk denemelerinde, tahminlerinin aksine bir sonuçla karşılaştılar. Militaristlerin 1950’ler de demokrasi yönünde atıkları ilk adım, onlar için kayıp on yıla mal oldu.
Bu süre içinde iktidardan uzaklaşmalarına rağmen, sahiplik anlayışından vazgecmediler, her fırsatta bu duygularını pratiğe geçirmek için hayatın her alanında müdahaleci oldular ve ilk mudahallerini ise, sol görünümlü bir maskeyle, gerçekleştirdiler.
Bunun içindir ki, Türkiye’de solun büyük bir kesimi hala 60 darbesini ilerici olarak görme yanılgısını sürdürmektedir.
12 Mart muhtırası ve ardından gelen yönetim ise, en fazla sol kesime yüklendi, rejim için fazlalık oluşturan yanlarını budadı, solun evrensel yönlerini budayarak evcillştirdi.
12 Eylül de ise, kürtlerin başına bir kez daha balyoz darbesi gibi indi. Ancak 27 Mayıs ve 12 Mart’ta hedefledikleri kesimler gibi ,12 Eylül’de de kürtler yok edilemedi.
1990’li yılların sonunda ise toplumun farklı bir kesimi hedef tahtasına konuldu. Postmodern bir müdahaleyle bu kesim iktidardan uzaklaştırıldı, ancak bu, onların bir sonraki seçimde daha güçlü bir şekilde iktidara gelmelerini engelleyemedi.
AK Parti’nin iktidarıyla, 28 Şubat’ta yapılan balans ayarına rağmen Çankaya Tepesi’nin bile elden çıkma ihtimali belirdi.
Bunu önlemenin tek yolunun rejim bunalımı yaratmak olduğunu bilen „derin güçler“ hemen işbaşı yapmakta gecikmediler. Ilk oyunlarını Şemdinli ve Diyarbakır’da oynadılar. Oyunun ilk perdesiyle başbakanın kürt sorunu ile ilgili söylediklerini tekzip ettirdiler.
Birinci bölümün perdelerini başarıyla kapatmanın ardından sivil tosuncuklarını yeniden sahneye çıkarıp oyunun ikinci perdesini açtılar.
Üc gün üst üste Cumhuriyet Gazetesi’ni bombalatıp hedefleri ile ilgili sinayaller verdiler. Tıpkı 12 Eylül öncesi olduğu gibi, toplumda varolan militarist ve şöven duyguların kabarmasını sağlayan 19 Mayısı’n arifesinde, rejimin kalbinden yaralanmasını yansıtan sahnesini çektiler.
Önceden planladıkları gibi, bugün ise „Ata“’nın huzuruna çıkardıkları toplumsal hafızadan yoksun yığınlarla shneledikleri oyunu sürdürmeye devam ediyorlar.
Tüm duyularını yitirmiş bu yığınlar ise, birer figuran olarak defalarca hem oyuncu, hem de seyirci olarak katıldıkları oyunu, yeniymiş gibi, şevkle yeniden oynuyor ve ardından oturup kendilerini tekrar tekrar seyrediyorlar.
Oysa benzeri olaylar farklı ülkelerde de cereyan etti. O ülkelerde de kitleler oyuna geldi, ya da getirildi. Ama o ülkelerde aynı oyun iki kez sahnelenemedi. Toplumsal hafıza o ülkelerde tarihin tekerrürden ibaret olmadığını gösterdi.
Türkiye’de tarih de hep farklı anlatıldı, başka gercekler gibi…
Toplumun ortak hafızası olan yazar ve sanatçılar hep zindanlara konuldu, katiller ise el üstünde tutuldu. Dolayısıyla yeni tercihler oluştu.
Bu yadırganmamalı…
Katillerin kahraman olarak alkışlandığı bir ülkede kim katil olmak istemez ki…
Ya da seyircisi bol, üstelik sık sık alkışlarla kesilen bir oyunda figuran olmayı…
05.01.2006
ikramoguz@navkurd.eu